22 Aralık 2009 Salı

Kafka, Sinema ve Orson Welles’in Dava’sı... Enver Gülşen


20.yüzyılın ilk yarısında, ama özellikle iki dünya savaşı arasında Avrupa, toplumsal olarak en büyük yıkıntıların yaşandığı, büyük korkuların hâkim olduğu bir yerdir. Ancak bu toplumsal durum, aynı zamanda sanat, edebiyat, felsefe açısından çok verimli bir dönemi de kendi içinden doğurmuştur. Ekspresyonizm, empresyonizm, dadacılık, sürrealizm gibi sanat akımları; varoluşçuluk gibi hem sanatı hem de felsefeyi derinden etkilemiş düşünce akımları, siyasi ve toplumsal modernitenin toplumu, insanı getirdiği uçurum kenarının tasvirine koyulmuş ve sanatta modernizmin de kapılarını açmıştır. Sanattaki modernizmi oluşturan akımlar bu yıkımın, korkunun, umutsuzluğun tasvirini yaparken çok önemli sanatsal ifade biçimleri de ortaya koymuşlardır.
Sinema, modern sanatın doğuşuyla aynı dönemlerde doğduğu için, sinema ile sanatın diğer dalları arasında çift yönlü bir iletişim söz konusu olabilmiştir. Resim, müzik ve edebiyatla sinemanın ilişkisi bu sanat dallarının tümü için yeni ifade biçimleri yaratmaya başlamıştır. Aynı şekilde sinema ile felsefe yapma biçimi de derin şekilde değişmiştir. Kavramsal düşünme yerini yavaş yavaş imgesel düşünmeye bırakmaya başlarken, sinema da imgesel düşünmenin en güçlü aracı olarak yükselmeye başlamıştır.

Bence Kafka romanını da bu yönde düşünebiliriz. Kafka, çağının çürümesine, korkusuna, umutsuzluğuna tercüman olurken, aynı zamanda o döneme kadar roman sanatında görülmemiş bir biçimin de öncü figürlerinden birisi olmuştur. Kafka romanları, klasik, gerçekçi veya romantik romanlardan farklı olarak bulunduğu toplumsal ortamda çaresiz kalmış, edilgen anti-kahramanların cirit attığı; bu yüzden de bu kişilerden çok kafkaesk adını verebileceğimiz ortamın romanın etkinliğine katkı yaptığı romanlardır. Acayip, tekinsiz ve romandaki tasvirlerle tamamen inandırıcı görünmesine rağmen, mantığıyla kâbusları andıran kafkaesk, Kafka romanları için belirleyici ortamı oluşturur. Bu açıdan Kafka romanlarını da imgesel düşünmenin bir ifade biçimi olarak değerlendirmek pek yanlış olmasa gerektir. Kafkaesk bu imgesel düşünmenin yarattığı bir biçim olarak dikkat çeker.

Kafka roman ve hikâyelerinde, aynen rüya veya kâbuslarımızda olduğu gibi, yaşadığımız hayat perspektifinden baktığımızda imkânsız gibi görünen olaylar ve ortamlar, Kafka’nın tasvirlerinin inandırıcılığı sayesinde gerçekmiş gibi anlaşılırlar. Gregor Samsa’nın bir sabah kalktığında kendini kocaman bir hamamböceğine dönüşmüş bulması bizi şaşırtmaz; ama ailesinin vurdumduymazlığı, merhametsizliği hepimizi deli eder! Ya da bir türlü içeri girilemeyen şatolar bizde herhangi bir inandırıcılık zafiyeti yaşatmazlar. Zira Kafka, sinemada çok sonraları Tarkovsky’nin en etkin şekilde yaratacağı rüya dilinin ve bu rüya dili sayesinde oluşturulan “acayip”in 20.yy sanatlarının tümü için öncülerinden birisidir.

Kafka, daha önce kimse tarafından bu derece netlikle tasvir edilememiş olan, gelecek olan büyük bir felaketin habercisi anlamında da öncü bir figürdür. Avrupa’nın, özellikle iki dünya savaşı arasındaki görünümü Kafka eserlerinin merceğinden bakıldığında gelecek olan büyük bir felaketin bütün emarelerini vermektedir. Modernitenin hayatın ve tüm değerlerin ortasında koyduğu insan, Kafka eserlerinde görüldüğü üzere amaçlananın tam tersi şekilde; edilgen, bürokratik mekanizmalarla toplumsal iktidar süreçlerinin bir piyonu haline gelmiş ve aynen Musil’in “Niteliksiz Adam”ı gibi silik kişilikler haline gelerek sadece bireyliğini değil insanlığını da kaybetmiştir. Foucault’un insanın ölümünü ilan etmesinden çok önce, Kafka insanın ölümünü tüm trajikliğiyle bizlere göstermişti aslında. İnsanın ölümü, bürokratik mekanizmaların ve tümel aklın, tikel aklı egemenliği haline alarak yok ettiği bir durumun adı ise Kafka eserleri tam da bunu tasvir eder.

İnsanın ölümünün çok geçmeden nasıl bir trajediye yol açtığını tüm dünya gördü. Milyonlarca insanın toplama kamplarında öldüğü, on milyonlarcasının savaşlarda canını kaybettiği bu çılgınlık halinin ilk sinyallerini veren Kafka, adeta yaklaşan bir felaketi bildiren kâhin gibidir. Kafkaesk, insanın ölümüne yapılan bir ağıt gibidir adeta. Daracık mekânlar, gri-siyah şehir ortamları, hepsi birbirinin aynı olan kocaman binalarda sefalet içinde yaşayan yoksullar ve dışlanmışlar, adeta kâbuslardan çıkmış gibi görünen tekinsiz gölgeler… İnsan, bu kafkaesk ortamın esiri haline gelmiştir. Kendisine emredileni sorgusuz sualsiz yapan insanların, iktidarın üst katmanlarına asla ulaşamadığı Kafka romanlarında, iktidar olgusunun modern zamanlardaki değişimi ve merkezsizleşmesini görebiliriz. Şato’ya hemen bitişiğindeki köyden bile olsa asla ulaşamazsınız; yasa kapısının önünde ömrünüz boyunca bekler ama giremezsiniz; suçunuzun ne olduğunu bilmeden tutuklanmanızı tuhaf karşılamaz ve kısa zamanda siz kendi suçunuzu aramaya başlarsınız…

Ceza Sömürgesi ile yaklaşan Nazi zulmünü haber veren Kafka, Şato ve Dava ile bu ortamın nasıl bir altyapıya sahip olduğunu ve nasıl bir çıkışsızlığı ima ettiğini gösterir. Josef K, ya da K. Artık insan denen varlığın birbirinden ayırt edici özelliği kalmamış ve hepsi bürokratik devlette simgelenen tümel aklın kölesi haline gelmiştir. Varoluşçuluk akımının düşünürleri kabul edilen düşünürler ve sanatçılarla Kafka eserleri arasında birer bir bağ vardır. Varoluşçuluğun ele aldığı bütün konular ve insanlık durumları adeta Kafka eserlerinde ifade bulmuş gibidir. Saçma, kaygı, umutsuzluk, korku…

Kafka romanlarının bir başka özelliği de Deleuze’nin “Kafka: Bir Minör Edebiyat” adlı kitabında belirttiği gibi bir yersiz-yurtsuzluğu ima etmesidir. Kafka Prag’da yaşayan bir Yahudi’dir. Ama o zamanlarda Prag’daki entelektüel dil olan Prag Almancası ile yazar. Kafka bir anlamda bu dilde yazmakla sürgün olduğu bir dile mahkûm olan bir yersiz yurtsuzdur. Almanlar tarafından Alman kabul edilmeyen, Çekler tarafından Çek kabul edilmeyen, Yahudi ritüelleri ve grupları ile ilgisi kısıtlı olduğu için de Yahudi kabul edilmeyen, Almanca yazan Prag’da yaşayan bir Yahudi! Deleuze’ye göre Kafka’yı asıl önemli kılan ve edebiyatını da minör edebiyat yapan şey bu yersiz-yurtsuzlaşmadır. Sürgün olma halidir. Zira sürgünlüğün en büyüklerinden birisi dilde sürgün olmaktır. Minör edebiyat, “öteki”ni anlamak ve ötekiyle ilişki kurmak için de çağımızın en önemli unsurlarındandır.

Kafka romanlarının rüya mantığı ile kurulmuş olması, bu romanları sinematografik hale getirir. Kafkaesk de en kuvvetli şekilde sinematografinin gösterebileceği bir ortamın adıdır. Kafka romanları ve hikâyelerinin sinematografi ile bu tür bir ilişkide olması, sinemada Kafka uyarlamalarının ve Kafka uyarlaması olmasa bile kafkaesk olan sinema filmlerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ancak bütün bu sinematografik gücüne rağmen Kafka’nın hak ettiği şekilde uyarlandığı film sayısı çok azdır. Daha çok kafkaeskin sinema diline döndüğü Kafka uyarlaması olmayan filmler sinemada Kafka’yı temsil etmişlerdir denebilir.

Şilili yönetmen Raoul Ruiz’in “Ceza Sömürgesi” uyarlaması, Haneke’nin “Şato”su ve yazının da konusu olan Orson Welles’in “Dava”sı bu uyarlamaların başlıcalarıdır. Haneke’nin Şato filmi, Kafka’nın romanına sadık kalsa da kafkaesk ortam oluşturma ve bunu sinemanın gücüyle oluşturabilme konusunda pek başarılı bir film değildir. Aynı şekilde Ruiz’in Ceza Sömürgesi de Ruiz’in bütün yeteneğine rağmen Kafka’nın hak ettiği bir uyarlama olmaktan uzaktır. Soderbergh’in “Kafka” filmi ise bir taraftan biyografik, diğer taraftan da gevşek bir Şato uyarlaması olarak sözünü etmeye değer bir filmdir.

Kafka uyarlaması olmamakla birlikte Kafka’dan bilerek ya da bilmeyerek etkilenmiş yönetmenler, hatta ülke sinemaları vardır. Özellikle Çek Yeni Dalgası’nın (Jiri Menzel, Milos Forman ve Vera Chitilova gibi yönetmenler) bazı filmleri, ortamlarının kafkaesk olması ve Kafka’nın romanlarındakine benzer bir mizah anlayışına sahip olmalarıyla Kafka ile ilişkili filmlerdir. Yine Macar sinemasının “negatif Tarkovsky’si” Bela Tarr ile başka amaçla da olsa oluşturduğu kafkaesk ortamlarla Tarkovsky filmleri de Kafka ile az ya da çok ilişkili tutulabilirler. Siyasi protestoyu kara mizah, ironi ve kafaesk bir ortamla vermeye çalışan özellikle Gürcü sinemasından Abuladze gibi kimi yönetmenler, yine özellikle Avrupa üçlemesi ile Trier, Kafka’dan etkilenen yönetmenlerden sayılabilir.

Orson Welles birçok sinema yönetmeni ve eleştirmeni tarafından geçmiş geçmiş en büyük yönetmen kabul edilir. Ben, aynı kanaatte olmasam bile, Welles’in önemli bir sinema yönetmeni ve sinemada birçok konuda öncü olabilmiş bir sinema düşünürü olduğunu düşünüyorum. Yine benzer şekilde Welles’in “Yurttaş Kane” filmi sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük filmi kabul edilir. Bu konuda da aynı kanaatte değilim.

Bana kalırsa Welles’in en iyi filmi, bir Kafka uyarlaması olan 1962 yapımı Dava (Trial) filmidir. Bazı açılardan romanla paralel olmasa da, Kafka’nın romanlarının ruhuna yakınlık açısından en önemli Kafka uyarlaması Welles’in Dava filmidir.

Yurttaş Kane, Belalı Balayı ve Muhteşem Ambersonlar gibi önemli filmleriyle sinema diliyle ilgili birçok imkânı kullanmış olan Orson Welles, sinemada kurgunun önemini vurgulayan bir yönetmendir. Kurgu, Welles’de farklı hayat parçacıklarının ve fragmanların montajıyla bir fikir ve anlatım oluşturmaktır. Kafka’nın romanlarındaki parçalı yapı da Welles’in kurgu anlayışı ile birçok açıdan benzerlik taşıdığı için, Dava filmindeki fragmantasyon ile Kafka’nın romanındaki ilişkiyi kurmak zor olmamıştır. Kafka romanlarındaki parçalı yapı birçok açıdan parçalanmış bir hayatı imlerken, Welles bu parçalanmış hayatı sinemasındaki kurgu yöntemleriyle aktarabilmeyi denemiştir. Genel olarak kurgu sinemasının hakikatle ilişkisini güdük bulsam da, Kafka söz konusu olduğunda Welles’in kurgu anlayışının Kafka ile önemli bir örtüşme imkanı sağladığını düşünüyorum.

Film, Welles’in, Kafka’nın “Dönüşüm” adlı kitabından “Yasanın Önünde” meselinin resimler eşliğinde anlatılmasıyla başlar: “Yasanın kapısında bir kapıcı vardır. Kırlardan bir adam gelerek Yasaya kabul edilmesi için yalvardı. Ama Kapıcı o an izin veremeyeceğini bildirdi. Adam düşündü ve sonra izin alıp alamayacağını sordu. Kapıcı, ‘olabilir, ama şimdi değil’ dedi. Kapı her zaman olduğu gibi açık olduğu için adam eğildi ve içeriye bakmaya çalıştı. Kapıcı gülerek ‘seni çekiyorsa izin vermememe rağmen içeri girmeye çalış. Ama ben çok güçlüyüm ve kapıcıların en önemsiziyim. Her oda girişinde bir kapı vardır ve bir öncekinden çok daha güçlüdür. Üçüncü kapıcı o kadar korkunçtur ki yüzüne bile bakamam’ der. Kapıcı ona bir tabure verir ve oturtur. Adam orada günlerce ve yıllarca oturur ve bekler. Bu yolculuk için gelen adam her şeyini kapıcıya rüşvet vermek için kullanır. Ama kapıcı izin vermez. Kapıcı verilenleri yine de alır ve adama ‘bunları bir şey atlamadığını düşünmen için alıyorum’ der… Adam yaşlanır ve kapıcının kürkünün arkasındaki pirelere bile rüşvet verir. Zamanla görüşü azalır. Ama artık kapının ardında karanlıktan sızan bir ışığı da fark edebiliyordur. Artık çok uzun ömrü kalmamıştır. Artık ölmek üzereydi ve kapıcıya sormadığı bir soru kalmıştı eğilerek sordu: ‘Herkes Yasaya ulaşmaya çalışıyor ama bu uzun yıllar boyunca neden sadece ben yalvardım’. Kapıcı adamın sona yaklaştığını anladı ve adamın duymasını sağlayacak şekilde bağırarak: ‘ Buraya başka birisi kabul edilemez, çünkü bu senin kapın. Şimdi onu kapatıyorum’ dedi“.

Bu giriş kısmının Dava’yı anlamak için bir anahtar olduğunu düşünüyorum. Hayatın ölümle ilişki içerisinde anlam bulabileceği ve Yasa’nın ancak bu şekilde ulaşılabilir olduğu bir anlam! Felsefe insanı ölüme hazırlamaktı bir zamanlar; modern düşünceler ölümü öldürdü ve sonunda yaşamı da öldürdü öyle değil mi? Kafka’nın aşağıda anlamaya çalışacağım bütün yorumlarının ötesinde bir de böyle düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Yasa, insanın kendi hayatının anlamı olabilir. O anlam da ancak onunla girilecek ilişkinin mahiyetini bilebilmekle kazanılabilir bir şey olabilir. Bu ilişki, edilgin bir şekilde yaşamakla değil, bizzat hayatın kendisini Nietzscheyen bir şekilde onaylama ve farklılığı olumlama ile oluşturulabilir. Hayatın kendisini onaylama, ölümün de hayatın bir gerçeği olduğunu bilmekten geçmiyor mu? Ölümle yüzleşmek, hayatı onaylamak için gerekli şartlardan birisi değil mi?

Josef K. bir sabah tutuklanır. Ama tutuklanması onun işine gidip gelmesini engellemez. Yargılamalar da mesai saatleri dışında yapılacaktır zaten. Kendisine hangi suçtan dolayı tutuklandığı söylenmez. İlk zamanlarda bunun bir saçmalık olduğunu düşünen K. sonraları kendisini savunacak yollar aramaya koyulur.

Dava’nın açık uçlu yapısı, romanı birçok açıdan yorumlama imkânına da haizdir. Bu imkânları gözden geçirmeden önce romanla film arasındaki belirgin farklılıkları anlamakta fayda vardır. Romanda K. kendisinin tutuklanmasına bir direniş göstermez. Bir avukat da tutar. Yargıçlarla ilişki kurabilecek bütün yolları dener. Suçsuzluğunu bilip savunma yapmayı reddetmek yerine, bir kabul söz konusudur burada. Filmde de genel olarak benzer bir durum söz konusudur. Ancak Welles belki de o zamanların yapısını kendi zamanlarından değerlendirmenin etkisiyle bir tür direniş geliştirme niyetindedir adeta. K.’nın edilgen olmasını reddeder ve kınar Welles. Direnmemesini ve suçunu kabullenmesini suçla suçlunun aynı toplumun üyesi olduğunun farkına vardırdığı bir ayniyet içinde sunar. K. direnmemekle suçluluğunu ilan etmiştir aslında! Sonuçta muhbirler de daha üst memurlar olan “dayakçı” tarafından cezalandırılabilmektedir ve bu cezanın sorumlusu da K.’dır bir bakıma. Suçlu ile suçsuz silikleşmiş, toplum aynı suçun faili gibi görülmektedir Welles’de.

K.’nın filmin öldürülme biçimiyle romandaki aynı bölümler farklılıklar arz eder. Romanda K. adeta bir uysal kuzu gibi korkuyla ama hiç direnmeden ölüme giderken; filmde bıçağı kendi aralarında elden ele veren iki celladı “benim yapmamı istiyorsunuz ama yapmayacağım. Siz yapmalısınız!” diye karşılayan ve cellâtlarla dalga geçen bir K. vardır. Romanda K. bir bıçak darbesiyle infaz edilirken, filmde bu infaz K.’yı bıraktıkları çukura atılan bir bomba ile olur.

Peki, K.’nın suçu nedir? Yaklaştığını bildiği halde bir zulme karşı direniş gösterememek midir? Uzlaşmak mıdır? Yoksa K. zaten bütün bu suçlardan suçlu olduğunu farkında mıdır? Adorno, Kafka üzerine yazdığı bir yazıda, K.’yı, suçlu olmadığı halde savunma yapmak istemesi ve dolayısıyla uzlaşması ile suçlar. Welles’in de K. ya karşı tavrı benzerdir. K. bizzat hayatta olmakla her suçun faili midir aynı zamanda?

K.’nın bir türlü ulaşamadığı yüksek mahkeme nedir? İktidarın artık gözden kaybolması ve merkezsizleşmesinin bir alegorisi mi; insan yaşamının “saçmalığı” dolayısıyla yaşamının kontrolünü elinde bulunduramayan insanın trajedisi midir? Filmde bir yerde yüksek mahkemenin nasıl işlediğini kimse bilmez, denir. Bu bilinemeyen süreçlerle modern iktidar yapılarının öngörülemezliği arasında nasıl bir bağ vardır? Yüksek mahkeme bazı yorumlarda anlaşıldığı gibi, bizzat Tanrı mıdır? K. ve tüm insanlık bu tip bir tanrı anlayışıyla biçimlenen bir kaderin edilgen mahkumları mıdırlar?Filmin sonunda intihar etmeyi reddeden K. her şeye rağmen bir direniş göstererek, Camus’un tek gerçeklik olarak yaşamın saçmalığına karşı intihar öğretisine aykırı bir çıkışı gösterir gibidir. Yine filmin sonunda kendisine suçunu kabul et diyen avukat ve rahibe karşı çıkması Nietzsche’nin, dekadansın iki sorumlusu olarak gördüğü Hıristiyan kilisesi ve Batı felsefesine bir karşı çıkışın alegorisi olarak okunabilir mi?

Dava romanı okunduğunda veya Welles’in uyarlaması izlendiğinde karşı karşıya kalınan tüm bu sorular belki de kesin bir cevabı asla verilemeyecek olan sorulardır. Kafka’yı büyük yapan da eserlerinin bu şekilde sorular sorduran açık yapıtlar olmalarıdır. Welles filminde Kafka’nın bu sorularına yeni sorular ve itirazlar ekleyerek önemli bir sanat eserinin uyarlandığı eserle bağının da nasıl olması gerektiğini gözler önüne serer.

Romanda mekânlar sıkışık, küçücük labirentimsi mekânlar iken; filmde bu mekânlar yerini kocaman tekdüze yapılara, içinde kaybolunan devasa labirentlere, binlerce insanın aynı anda aynı şekilde çalıştığı devasa ofislere, önünde küçücük kalınan kapılara ve heykellere bırakır. Welles burada sinemada imgenin ne derece önemli olduğunu bir kez daha gösterir. Zira şekil olarak romanla görülen bu tezat, Welles’in mekânlarının da kafkaesk olduğu gerçeğini gizleyememektedir. Welles kendi imgelemindeki kafkaeskin ruhunu, ortaya koyduğu mekânlarıyla, bambaşka bir yapıda yaratabilmiştir gerçekten de. Kafka’nın romanlarındaki labirentimsi kâbus hali, Welles tarafından başka bir yöntemle ama aynı sonucu verecek şekilde tasarlanabilmiştir. Ayrıca mahkeme önünde bekleyen infaz edilecekler, Welles tarafından Auschwitz’e kesin bir gönderme olarak da okunabilir.

Kafka metinleri birer şiirdirler; çünkü bu metinler neredeyse tamamen imgelerden, alegorilerden ve metaforlardan ibarettirler. Bu anlamda Dava filmi ile Welles de en şiirsel filmini ortaya koymuştur. Romandaki bazı fragmanları aktarırken kullandığı uzun planlar da, kafkaeskin izleyici tarafından daha derinden deneyimlenmesine imkân vermektedir. Zaman zaman romandaki diyalogları aktarmak için kullanılan teatral mizansen ve dramaturji filmin en büyük dezavantajı olarak göze çarpmaktadır. Thomasso Albinoni’nin müziği K.’nın trajedisini zaman zaman bütün derinliğiyle sunabildiği için filmin önemli unsurlarından birisi olarak dikkat çeker.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder