17 Aralık 2009 Perşembe

FRANZ KAFKA'NIN DAVA'SI… ERNST WEISS


Avusturyalı yazar Ernst Weiss, 28 Ağustos 1882 tarihinde Brünn’de doğdu. 15.6.1940 günü Alman birliklerinin Paris'e girmesi üzerine yaşamına kendi eliyle son verdi. Avusturya yazınının en önemli yazarlarından olan, Kafka'nın da çok sevip takdir ettiği Weiss'in roman, öykü ve denemeleri, yirmi cildi bulmaktadır.

Franz Kafka'nın ölümünden sonra kalan romanlardan ilki «Dava» bugünlerde «Die Schiemede» yayınevince yayımlandı. Yazar daha hayattayken bu yapıtın çevresini bir giz perdesi kaplamıştı ve itiraf etmek gerekir ki, önemli, tanınmış, dahası büyük bir usta olarak övülen bir yazarın en önemli yapıtlarından birini —«Dava»yı hiç duraksamaksızın böyle bir yapıt sayabiliriz— yıllar boyu gizli tutması, üstelik yapıtını kendi elleriyle yoketme niyetinden, ancak tatlı bir sertlikle döndürülebilmesi, öyle sık raslanır olaylardan değil¬dir. Gerçi benzeri olaylar biliyoruz. Gogol «Ölü Canlar »ının ikinci bölümünü yok etmiş, Kleist'in yapıtları aynı alınyazısını paylaşmış¬lardır. Burada da aynı durum karşımıza çıkıyor. Bir yaşam boyu Kafka'nın sözcüğün gerçek anlamında yakınında bulunmuş çok az insanlardan biri olan Max Brod, kitabı 1920'de yazarın elinden kapmış, böylece onu bitmemiş de olsa, bütünün görünümünü tasarlatmaya yeterli ana çizgileriyle kurtarmayı başarmıştır.
Sonuçta hem Kafka'da, hem Gogol'da iki temel güç etkinliklerini korumuştur: bir yanda şiddetli yapısal bir dürtü, bir şeyler kurmak, dünyaya dünyalar katma isteği; öte yanda onu gerektiğinde kendiyle birlikte yok etme isteği. Birincisi öylesine önü alınmaz bir istekti ki, Kafka memurluk yaptığı işçi sigorta şirketindeki o yorucu çalışma¬ların ardından geceleri gerektiğince uyuyamıyor: bir uyurgezer dün¬yası içersinde, ama bulanık olmayan, dahası günlük yaşamın o doğal bulanıklığının bile en ufak izini taşımayan düşünülebilecek en çarpıcı belirginlikle ortaya çıkan bir yaratıya çekildiğini ve onu yaratmaya zorunlu olduğunu görüyordu. Evet, geceleri ortaya çıkan bir yaratma dürtüsüydü bu; gündüzleri yadsınıp, küçümsenip yok edilmek için böyle kendine yönelik yok edici güçler dehaya yabancı değildir. Bunları alçakgönüllükle karıştırmak, çok yüzeysel bir ruhbilimin sorumluluğuna kalmıştır. Bu yoketme eğiliminin, alçakgönüllükle yakın uzak ilintisi yoktur. Kafka kendini çok önemsiz biri olarak duyumsamıyordu. Haklı olarak, her birey gibi haklı olarak, dahası her dahi birey gibi iki kat haklı olarak, kendini dünyanın odak noktasında görüyordu. Kim olduğunun bilincindeydi. Ama o kişi olmak istemiyordu. Gelgelelim varoluşunun gerçeğini silip atmak şöyle dursun, bu gerçeği asıl bu yoldan daha yüce bir anlamda onaylamış oluyordu. Yapıtlarının biricik kahramanı yine kendisidir. Yapıtlarındaki her özgeçmiş kendi özgeçmişidir. Onda sınırlanmış görünen her şey, onun kendisinde yani Franz Kafka'da sınırlıdır. Ömrünün sonlarına doğru ulusçuluğa yakalanmasını anlamak kolay¬laşıyor böylece. Sözcüğün gerçek anlamında yakalanmıştı ulusallığa. Yahudi olduğundan, Kafka için ulusçuluk siyonizm demekti, Yahu¬di ulusçuluğu demekti. Eğilim apaçıktı: Bireyi daha geniş bir temele oturtmak, çok daha sağlam bir güvenceyle yaşamın içinde yer almak, elden geldiğince etkin olmak. 1914'ten başlayarak yerleşmeye yüz tutan ulusçuluğa, o büyük yönelişin, genellikle, halkların varlıklarını sürdürmelerinin güçleşmesi üzerine, ırka, atalarına dayanmak iste¬meleriyle açıklandığını söyleyebiliriz. Toplumcu eğilim de buna benzer nedenlere dayanmaktadır. Birey yaşama olanağından, yaşamın anla¬mından, giderek anlam nedir sorusunun anlamından kuşkuya düşer. Kendinde bulamadığını, topluluğun içinde, toplumbilimsel anlamda bir insan öbeği içinde aramaya kalkar ve bu topluluk içinde hiç değilse varlığı uzunca bir süre güvence altındaymış gibi gelir ona; daha büyük olanaklara kavuşmuş, Ben'in bağlarından etkilenmesi olanaksız bir uzaklığa kaçmıştır. Bu giriş açıklamaları bizi Kafka'nın kitabının özüne daha çok yaklaştırıyor. Gerçi bu yapıtta ne ulusal ne de toplumcu yan sesini duyurur; bir toplum telrinin, tepeden tırnağa toplumdan yalıtılmış bir bireyin davasıdır karşı¬mızdaki. Kahraman tüm toplumsal ve ulusal özelliklerinden öylesine koparılmıştır ki, ne anası ne babası ne de kardeşleri vardır; doğru-dürüst bir addan bile yoksundur; yalnızca Joseph K. diye çağırılır. Benzer bir girişim kısa bir süre önce yayınlanan, birdenbire uyan¬dığında kim olduğunu anımsamayan adsız bir insanı konu alan roman bir elenendi. Kafka işi daha da öteye götürmüştür. İster gerçek insanları betimlemekten kaçındığından, isterse böyle bir betim¬lemenin üstesinden gelemediğinden olsun («Amerika» romanının giri¬şindeki «Ateşçi»de gerçek insanlar var üstelik), «Dava»daki adsız küçük burjuva davranışlı adam, yani Joseph K., insana özgü tüm çizgilerden yoksun kalmıştır. Seyrek olmakla birlikte, var olduğu anlarda insan onu tasarımsal bir aynada kendi kendinin görüntüsü olarak algılayıp tanıyamadığı sürece, insanla özdeştiremez. İşte bura¬da yapıtın o büyük gücü, başka deyişle, genelgeçerliliği (evrenselliği), görkemli, büyük boyutlarda çizilmiş, alabildiğine yürekli gerçekleş¬tirilmiş simgeselliği çıkıyor karşımıza. Zayıf yanı da bu özelliğinde yatıyor. Çünkü ne et, ne kemik, ne kan, ne de ruh; hortlak bu, hortlakların kaynaştığı bir dünya karşısına yerleştirilmiş bir hortlak. Bu kitabın konusunu anlatsak da, özüne ilişkin en ufak bir fikir edinemeyiz. Onu yakından tanıyıp öğrenmeli, yaşamayı denemeliyiz. Bir banka danışmanı bir sabah, tutuklandığını kendisine bildiren iki gözetici tarafından korkuyla yatağından kaldırılır. Gerçek bir mahkeme değildir bu; bambaşka, masonlarınkine benzer biçimde örgütlenmiş, toplumun en kuytu, en uzak köşelerine değin sızmış bir yargı kurumudur. En üst mercilerine kimsenin ulaşamadığı, dosyalarını kimsenin okuma yetkisinin bulunmadığı; gizli oturumlarla toplanan ve kişilere ilişkin nedenini kimsenin bilmediği hukuksal yargılar veren —hani belki de her insana içkin suçluluk duygusuna dayanarak, kim bilir?— bir mahkeme; bu kurum, artık Joseph K.'yı pençeleri arasına almıştır; uğraşını sürdürme olanağı tanımakla birlikte, özgürlüğünü bırakmaz ona. K, nereye adım atsa, bu görün¬mez yargı kurumunun elçileriyle karşılaşır. Yolunun her aşama¬sında, durdurak dinlemeksizin, bir yargıyla sonuçlanan, gelgelelim bir türlü bitmek bilmeyen bir duruşmayla karşı karşıyadır ve bu dava bir yaşam davası olduğundan, ancak bir idam kararıyla bite¬bilir. Direnmek olanaksızdır. Her şey belirsizdir. Biçim en ince ayrın¬tılara değin vardır, ama anlam hiç bulunmaz. Her yerde dosyalar var, ama kan yok; ya da daha doğrusu gönüllü iki cellâdın Joseph K.'nın yüreğini bıçakla deştikleri son bölümün dışında Joseph K. artık karşı koymayı bir yana bırakmış, dava'ya boyun eğmiş, mah¬kemenin bir öğesi olup çıkıvermiştir; dünyayı yalnızca dava'nın bakış açısından görüp yaşar artık. «Dava», iki anlamlı bir dava'dır. Dava'nın bir adı da hastalık sürecidir ve Kafka onu hiç kuşkusuz bu anlamda kullanmıştır. Kafka gibi bir dil yaratıcısının dehası, bu türden ikili anlamlarda kendini benimsetip kıvılcımlansa da, tıka¬nıklığa yol açan sınırlayıcı olgu da gene bu iki anlamlılıkta aran¬malıdır. Kafka küçükburjuva özellikli, anlık algılara dayanarak be¬timlediği atmosferin dışına burada da çıkmak istemediği gibi, çıka¬mıyor da. Gene de, suçlamayı göze almadan, Dantevari bir düş-gücünü öylece 1920 Prag'ının küçükburjuva-Yahudi dünyası biçimi içine yerleştirmek olanaksız olsa gerek.
Dante büyük bir ad. Ne ki, Kafka'nın betimlediği gibi bir cehennemi betimleyebilen, bu cehennem içinde yaşamakla kalmayıp, orada Kafka gibi yiğitçe etkinlik gösterebilen ve gene o cehennem yüzünden yiğitçe çöküp yok olabilen birini hiç duraksamadan Dante denen dev ile bir arada anmak günah sayılmaz. Bu kitapta cehennemsi, boğucu güçte sahneler buluyoruz ve kişi sonunda bu fizik ötesi dava yerinin dehlizlerini, büyük salonlarını ve kuytu köşelerini buralara adım atarken olduğundan çok daha umutsuz terk edecektir.
Dante'yi bir yana bırakıp yalnızca Gogol ve Kleist gibi yarı tanrısal güçleri anımsadığımızda bile, gerek «yaratma», gerekse «bel¬gelendirme» düzeyinde karşılaştığımız o büyük doğal ve yarı tanrısal güçten sonsuz uzaklıkta bulunduğumuzu görürüz.
Gogol ve Kleist sonunda ulusallığın uçurumuna sıçrayıvermişlerdir, ancak bu, kendini her şeye karşın tümüyle yok etme yü¬rekliliği gibi, varlığını tümüyle gerçekleştirip benimsetme yüreklili¬ğinden de yoksunluğundan ötürü, Kafka'nın beceremediği bir sıçra¬madır. Kafka, dehadan değil, yüreklilikten yoksundu. «Dava»nın belli bir yerinde yapıtının suçlaması doğrudan ona yönelir. Kendi düşünün düzeyine ulaşamaz. Kilisenin içinde şaşkınlıkla yapayalnız kalmışken, «Dava»nın cezaevi papazıyla tartıştığı bölümdür bu. İnsan bu gerilimi alabildiğine yoğunlaşmış ana doğru yol alırken, korkudan titrer. Burada Dostoyevski işin içine girebilirdi. Bölüm, kapı bekçisi eğretilemesiyle enfes, öykünülmez, sonsuza değin etkisini koruyacak bir girişle başlatılır. Bu benzetmeyi Kutsal Kitabın, Çuang Dsi'nin, Konfüçyüs'ünkilerin yanına koyabiliriz. Burada yaratıcının, düşünürün ve yorumlayıcının soluğu kesilmezse, Alman yazını, dahası, tüm insanlığın yazını, ölümsüz bir yapıt daha kazanmış demektir. Kafka burada varını yoğunu ortaya koymak zorundaydı, ortaya koymaya çalıştı da. Ezici, altüst edici, yön verici olanı neden saklayalım? Kafka bu dönüm noktasının, üstesinden gelecek güçte değildi. Bu anı ya görmedi, ya da cehennemin kükürt ateşinin ışığına aşırı alışmıştı. Verdiği, taş bile değildir. Taşlar kutsallaştırılabilir. Müslü¬manlar yaparlar bunu. Ama toz kutsallaştırılamaz. Kafka bu unutul¬maz eğretilemeyi, kapı bekçisinin bu yeri bir daha doldurulmaz olayını, ufalayıp Talmud tozuna çevirir. «Bilge», bilen, kusursuz, tamamlanmış biçimi, bilgiç (sophistik) sözcüklere ayrıştırıyor; ayrış¬tırınca da çaresizlik, dörtdörtlük bir çaresizliğe dönüşüyor. Kafka'nın bu yapıtı neden göstermek istemediğini anlıyoruz artık. Çağımızın birçok yapıtıyla karşılaştırıldığında, hâlâ bir örnek ve usta elinden çıkma yapıt özelliğini koruyor Dava. Kendisiyle karşılaştırıldığında ise bir başarısızlıktır bu yapıt. Ve başarısızlığa uğramış kişi, utanç içinde yapayalnız kalmış, onu istediğimiz kadar avutmaya (teselli etmeye) çalışalım, açlığını çektiğimiz ve yasanın, kendi yasasının kapı bekçisi olarak yalnızca onun bize verebileceği şeyi bizden esir¬gediğini ona unutturamayız.
Gene de bizi tamamen aç bırakıp gittiğini, kendine işkence ettiği gibi bize de yalnızca işkence ettiğini söylemek haksızlık olur. Geçiş bağlantısı bulunmayan son bölüm, Joseph K.'nın ölüm bölümü, manevi bir kurtuluşun değilse de erme’nin bölümüdür. Yumuşak bir ışık, avutucu bir aydınlık vardır burada. Kahraman yerde yatmaktadır, ölümün bıçağını üzerinde görür, ama gördüğü yalnızca bıçak değildir. Bölümü burada alıntılıyorum: «Bakışları, taşocağının yanındaki evin son katına takılmıştı, bir ışığın ansızın parıldaması gibi, oradaki bir pencerenin kanatları açılıverdi. Uzakta ve yüksekte zayıf, ipince bir insan bir atılışta eğilip kollarını daha da açtı. Kimdi o? Bir dost mu? İyi bir insan mı? Olup bitenle ilgili biri mi? Yardım etmek isteyen biri mi? Tek başına biri mi? Herkes miydi yoksa? Hâlâ yardım olanağı var mıydı? Unutulmuş itirazlar var mıydı? Kuşkusuz vardı. Gerçi mantığa karşı çıkılamaz; ama yaşamak isteyen bir adama direnmez. Hiç görmediği yargıç nerelerdeydi? Hiç ulaşamadığı yüksek mahkeme neredeydi? Ellerini kaldırıp bütün parmaklarını açtı.»
Bu sarsıcı bitiş bölümünden tüm kitabın kargaşasının ve tüm insanların yanılgılarının üstüne aydınlatıcı bir ışık düşüyor. Burada her şey, bir insanın savcı ve biricik tanık olarak kendi kendine karşı bir dava yürütmesi içersinde eriyip gitmiyor mu? İnsanın kendisiyle, amansız, sakınmasız bir hesaplaşması değil mi bu? Burada ateşli tutkuları bulunan, ama ne bunlara kendini bırakacak yürek¬liliği, ne de —onlarla birlikte tüm varlığını da bastırmadığı sürece— onları bastıracak gücü bulunan birinin varlığı söz konusu değil mi? Böyleyse, tüm dava, insanın kendi vicdanının sesiyle hesaplaşmasını içeren bir davadır. Böyleyse, yapıt bir ruhun polisiye romanından başka bir şey değildir. Kendi ben'inin yarıyarıya silinmiş izlerini sürerek bir öz arayışın romanı. Kendince dava edilip gene kendince mahkûm edilen birinin romanı. Kafka bir ömür boyu bu yargılama yönteminin gizliliğinin acısını çektikten sonra, bu ceza yargısının bir kişinin benliğinde toplanan yargıcın ve davalının, Kafka'nın iste¬ğine karşın gene de topluma ulaşmış olması, bu yapıtı gerçek bir yaşam belgesine, sarsıcı bir trajik-güldürüye dönüştürüyor.

Almancadan çevirenler: Veysel ATAY¬MAN yönetiminde, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Eğitim Bölümü 2. sınıf öğrencileri: Binnur ERİŞKEN, Raika ÖZ¬DEMİR, Meral ORALİŞ, Nezih ÇAKIR, Aydın BAKIŞOĞLU, Serdar BAYRAK¬TAR, Mithat TOSUN.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder