7 Ocak 2010 Perşembe

Kafka'da İnanç ve Umutsuzluk... Max Brod


Şu tezi atmak istiyorum ortaya: Kafka yorumları pek sık olarak yanlış yönlere yönelmiş, çünkü yazarın gelişim sürecini göz ardı etmiştir.

Sanat çalışmaları acınacak ölçüde kısa sürmüşse de, Kafka'nın aynı insan olarak kalmadığı, yaşam koşullarının elverişsizliğine karşın, hatta ölümcül hastalığının kabusları ortasında hatırı sayılır bir iç olgunlaşmayı gerçekleştirebildiği pek kolay unutulur. Dinamik yükselişi fark edilmez, büyüyüp gelişen biri gözüyle görülmez de, sıklıkla duruk bir bütün olarak bakılır Kafka'ya.

Üç büyük roman, Kafka yolunun simgesel konaklarıdır. Bu romanlardan ilki, henüz gelişimini tamamlamamış yazarın her bakımdan bir denemesi sayılan "Amerika", baştan çıkarılan bir genci anlatır. Sık sık aslında suçsuz ve edilgen, kendini kötünün cazibesine kaptırır bu genç; ama doğallığı hazırda bekleyen ve dönüp dolaşıp yoluna çıkan çamur ve çirkeflerden onu korur. Amerika'ya göç eden Karl Rossmann doğrusu örnek bir delikanlıdır, karakterindeki temizlik Kafka ruhunun en sevimli yansılarından biridir. Yaratıcılık sarkacı bu alabildiğine aydınlık figüre dokunduktan sonra ters yönde salınımını sürdürmüş ve Kafka, Doğru'yu görmekte şaşmaz bir yetenekle donatılmış bu enerjik delikanlının ardından bin bir kuşku ve miskinliğin kendisini yiyip bitirdiği, bocalamalar içinde yalpalayıp duran Dava kahramanı Josef K'yı yaratmıştır. Amerika'da Kafka ruhunun özellikle aydınlık tarafı dile geliyorsa, Dava sanatçının hemen yalnızca karanlık çizgilerini yansıtır, yani her iki roman da tek yönlü anlatılardır. Bu arada kuşkusuz, K. lehinde ya da Rossmann aleyhinde birtakım gerçeklerin de savaşa sokularak iç yargı organının, yani vicdan gözünün önüne serildiği görülür. Her şeyi hafife alma huyu ve aceleciliğine, kendisinin hoş görmediği bir soğuk kalpliliğe ve kılı kırk yararlığa karşın, K. Dava'da bir vicdan adamı olarak kalır hep. Böyle bir kimlikle kendi kendisini yargılar, hatalarını görüp bunların kefaretini öder. Romanın bitimindeki o tüyler ürpertici idamın bana kalırsa bir intihar olarak yorumlanması gerekmektedir. Bu açıdan bakıldı mı, Dava kahramanı o sevimsiz havailiğinden hayli kurtarır kendini; çünkü bu havailik, gerçekten büyük duygulara bu yeteneksizliktir ki, Josef K'nın hastalığını oluşturmakta, onu yıkıma sürüklemektedir; iblislere karşı savaşabilecek biri aşamasına ise kuşkusuz yükselemez.

Belki de Kafka üçüncü romanı Şato'yu bunun için yazmış ve kahramanına yeniden özyaşamsal başharf olan K. adını vererek, aynı kişinin söz konusu romanda olgunluk merdiveninin daha üst basamaklarına eriştiğini böyle bir şifre yardımıyla ima etmek istemişti; kuşkusuz ussal bir planlamayla değil, sezgisel yoldan yapmıştı bunu. Amerika romanı bir tez (suçsuz, bozulmamış bir insan), Dava antitez (elinden çıkıp giden suçsuzluğunu miskinlik içinde savunmaya çalışan bozulmuş biri) ise, Kafka'nın son büyük romanı olan Şato bunların adeta bir sentezidir; Kafka'nın yaşamının genel toplamı, onun bir Faust'udur. Şato'daki K, ne Karl Rossmann gibi su katılmamış bir budaladır, ne de Dava'daki Josef K. gibi bir yitiklik içinde sürüklenip gider: tersine, aktif bir yaradılışı olup pek zengin bir yaşam deneyimiyle donatılmıştır, savaşçı bir kişidir...

Kafka yapıtlarının kimi yorumcuları, bana söylenen sözlerle Amerika romanının kahramanı Rossmann ve Dava romanının kahramanı Josef K.'yla ilgili olarak bizzat Kafka'nın açıklamaları ve aynı şekilde tarafımdan yayınlanan günlük notu arasında bir çelişki görmek istiyorlar. Günlük notunda şöyle denmektedir:
"Rossmann ve Josef K.,beriki suçlu, ötekisi suçsuz, sonunda ikisi de aralarında ayrım gözetilmeksizin cezalandırılıp öldürülür. Rossmann'ın üzerinde daha hafif bir el tarafından uygulanır ceza, öldürülmekten çok bir kenara itilir."

Hani ben de hayli zaman burada bir çelişkinin var olduğu görüşünü korudum. Herhalde Kafka bana romanın devamıyla ilgili planından öyle bir zamanda bahsetti ki, henüz roman için uzlaştırıcı bir son düşünüyordu ve dünyevi bakımdan da uzlaştırıcı bir son olacaktı bu, ama demek sonradan tutup planını değiştirdi, diye düşünerek söz konusu çelişkiyi kendi kendime açıklamaya çalıştım. Böyle bir açıklama Kafka'nın çalışma yöntemine de uygun düşmekteydi. Bu yöntem konusunda Kafka sık sık şunları söylemişti bana: "Karanlık bir tünel içerisine yazar gibi yazmak gerekiyor, karanlık içerisine yazar gibi, kişilerin ilerde nasıl gelişeceklerini bilmeden." Ayrıca Kafka, bir sanat yapıtının değerlendirilmesinde şu ölçüye başvurulmasını istemiştir hep: " Gerçek bir sanatçının yapıtlarındaki kişiler giderek kendilerini yazardan bağımsız kılar, yaşama güçlerini kendi içlerinden alır, kendi içlerinden gelen bir güçle devinimlerde bulunur ve kimi zaman bu kişilerin yazgıları yaratıcılarını şaşırtan eğriler çizer."

Ne var ki, Amerika romanıyla yeniden ilgilenmem, ikinci bir olasılığın kapaılarını araladı bana ve öyle görünüyor ki bu olasılık soruna ayrı bir açıklık getiriyor. Daha önce özü edilen iki plan arasında en ufak bir çelişki yoktur. Rossmann gerçekten öldürülmüştür yazar tarafından, romanın son bölümü bir vizyondur ve buradaki olayların zamanı (zaman ve mekanın sözü edilebilirse artık) bir zamansızlık, bir başı ve sonu olmayıştır, ama elbet bu dünyadaki yaşam açısından; yani herkese gerçekten bir yer bulunan, herkesin bir işe yarayabileceği öbür dünya ve kendine özgü bir ara ülkedir burası...
Kafka'nın Amerika'nın sonuyla ilgili plan üzerinde bana söyledikleri bu ışık altında okunursa, "cennet" sözü (bunun yer küresinde belli bir köşe olmadığı ortadadır) ve benim sezgisel olarak kullandığım "bilmecemsi" deyimi öyle bir anlam kazanmaktadır ki, Kafka üslubunun ve bazen yanıltıcı bir karakter taşır gibi görünen özel bildirimlerinin bütün o çift anlamlılığı, o kesinlikten uzak niteliği buradan açıkça görülebilmektedir. Şimdi A merika romanının bu açıdan gördüğümüz sonuyla, bundan hatırı sayılır ölçüde daha kötümser Dava'nın uyumsuz sonunu karşılaştıralım; Dava'da kahraman ölür ve yazar sanki ölen kendisiymiş gibi şöyle söyler: "Bir köpek gibi, dedi, sanki bunun utancının kendisinden sonra da yaşaması gerekiyordu." Oysa böylesine nihilist bir utanç havasından uzak bulunur Amerika; dolayısı ile, nüansları sezecek bir duygudan yoksun değilsek, Kafka'nın aynı zamanda bağrına bastığı kuşku ve inanç arasında ne kadar az bir uzaklığın bulunduğunu yavaş yavaş anlamaya başlarız.

Amerika'da kahramanın suçu, daha doğrusu attığı yanlış adım açık seçik belirlenmiştir. Hatadan çok bir şanssızlıktır bu. Rossmann'ın başına gelen felaketlerin her birinde bir "aslında suçsuzluk", Korkunç ile Komik arasındaki tuhaf yerini titizlikle koruyan ironiyle romanda kendini sezdirir hep. Oysa Josef K., o gizemsel mahkemede ne için cezalandırılır? öyle bir mahkeme ki, en üst kademesi karanlıklar içindedir, yanına varılamaz, hatta pek çok kez akıl erdirilemeyen yersiz davranışlarda bulunur; tıpkı Tevrat'ın "Eyüp" kitabındaki ilkin yanına varılamayıp bir bilmece olarak kalan ve hem Eyüp, hem Eyüp'ün dostlarınca (bunlar için sonunda da değişmez durum) doğru dürüst algılanamayan Tanrı gibidir.

Josef K. sevgi yoksulluğu, sırf dürüst bir kimse oluşu ve soğukkalpliliği yüzünden cezalandırılır, bana kalırsa kendi kendini cezalandırır, kendini hoş görmeyerek sigaya çeker. İkide bir öylesine küçümseyerek baktığı, ama aslında yine de kabullendiği gizemsel mahkeme kendi vicdanıdır; bu vicdan önünde yaşamından, yeryüzündeki yaşamının havailiğinden, uyuşukluğu ve umursamazlığından memnunsuzluk duymaz. İlkin arka planda kalıp sonra kendini açık seçik belli eden bu hoşnutsuzlukta ceza ve yargı, beri yandan kefaret, yani Dava romanının katharsis'i saklı bulunur. Josef K. sevmez kimseyi, yalnızca sevgicilik oynar, onun için de ölmesi gerekir. İşinin ve gündelik yaşamının gereği bir arada bulunduğu kimselerle arası açıktır, olsa olsa gölge kişiler gözüyle bakar, umursamaz bunları, hatta şiddetle arzuladığı Froylayn Bürstner bile onun için bu gölge kişilikten kurtulamaz, ancak bir seks objesi olarak onu ilgilendirir. Froylayn Brüstner'e karşı duyulan yakınlığın da romanda yer yer çakıp parladığı görülen, ama aforozlanmışlık ve hayaletimsilik ülkesini bütünüyle terkedip insaniliğin ışığına asla kavuşamayan o bir dizi şehvet dolu arzulardan pek farkı yoktur. Hatta annesine karşı bile ancak soğuk bir ilişkiyi sürdürür Josef K., uzakta yaşayan annesine para yollayarak yardımda bulunur, ona bakar, ama sadece yılda bir kez, sadece doğum gününde görmeye gider kendisini. Çoklarının gözden kaçmışa benzeyen pek önemli, ne yazık ki fragman olarak kalmış bir bölüm, Josef K.'nın bu doğum gününü, yani anne kalbiyle arasındaki son bağı da unuttuğunu gösterir. Böylece Josef K., bir başına ve soğuk, yaşar; ama bu arada doğru olanı, yakışık alanı yaptığına da inanır düpedüz. İşte bu da onun ikinci hatasıdır: Kendini haklı görme. Yani soğuk kalp ve kendini haklı görme; ikisi birden ağı örer ve Josef K.'da yakalanır bu ağa. Dava ve romanın hemen başındaki simgesel tutuklama doğrusu ağı germemiş, tersine kara bulutları dağıtan bir şimşek gibi onu parçalamıştır. Bu durumda, gündelik yaşayışından, "acelenin yarı uykusundan" aslında uyanması gerekirdi K.'nın. Gel gelelim Josef K. ilkin suçluluğunu kabule yanaşmaz; herkesi, her şeyi suçlamaya bakar. Mahkemeyi, aleyhindeki koğuşturma ve soruşturmayı, üst yargıçları ve yürütme organlarını suçlu, yalnızca kendini suçsuz bilir. Dört bir yanda kusurlar, gülünçlükler, hatta pislikler saptar, yalnız kendisinde görmez bunları. Ancak ağır ağır ve giderek, ne kötü ruhlu bir yaratık olduğunu kavramaya başlar. Dava arınıp paklanması, gözünün açılması, kendi gerçeğini öğrenmesi olur aynı zamanda. Geriye dönüş için vakit çok geçtir, ama yine de romanın bitim monologunda ima yollu söz açılır nedametten, romanın orasına burasına serpiştirilmiş tek tük cümlelerde buna değinilir, örneğin suçluların koğuşturma ve soruşturma sırasında giderek güzelleştiklerini açıklayan o alabildiğine duygulandırıcı sözlerde bu nedametten dem vurulur, besbelli suçlunun arınması ve tövbedir anlatılmak istenen. Strindberg, Tolstoy ya da Rilke gibi, ilkelerini koyu ve kaba çizgilerle belirtip ısrarla okuyucuların dikkatine sunmaz Kafka. Kendini bir çekingenlikle saklar, pek kolay incinen bir duygu adamıdır, ele geçirilmeyi bekler hep; nasıl ki Kierkegaard yalnız olduğu, kendisini izleyecek kimse bulunmadığı kanısıyla yaşamışsa, Kafka da öğrenci yetiştirmeyi düşünmemiştir. Bu tutum, ince bir gerçek sevgisi ve gururla dolu olmasına karşın kimi bakımdan insancıl görünmeyebilir. Ne var ki hem Kafka, hem de Kierkagaard'ın ruhunda buna karşıt eğilimler de yer almış, her ikisi de o katı sınırları yumuşatan öğretici ve eğitici bir yeteneğin özelliklerini kendilerinde barındırmıştır. Ama her şeye karşın (burada yargılamak değil, karakteristik olanı saptamaktır amacımız) Kafka'da romanın orasına burasına sanki rasgele serpiştirilmiş bir sözden, arınmaya işaret eden bir kelimeden, İyi'nin bir imasından fazla bir şey görülmez; hele Dava'da, güneş tutulmasındaki karanlığa tıpatıp benzeyen bu yapıtta. Ama yine de böylesi sözcük ve imalar Dava'da da vardır ve kulakları hassas kişiler işitebilir bunları.

28 Aralık 2009 Pazartesi

Duruşmaya Kafka'nın 'Dava' adlı kitabıyla çıktı

Eski işkenceci subay, duruşmaya Kafka'nın 'Dava' adlı kitabıyla çıktı

Latin Amerika ülkesi Arjantin'in diktatörlük döneminde adam kaçırma eylemlerinden sorumlu tutulan eski subay Alfredo Astiz'in, dünkü duruşmasına, elinde Franz Kafka'nın "Dava" adlı kitabıyla çıktığı bildirildi.
Duruşmayı izleyen AFP'nin muhabiri, 1976-1983 yılları arasında Alice Domon ve Leonie Duquet adlı 2 Fransız rahibenin kaçırılması ve öldürülmesinden sorumlu tutulan ''sarışın ölüm meleği'' lakaplı Astiz'in, duruşmalara spor kıyafetle geldiğini ve dünkü duruşmaya Avusturyalı yazar Kafka'nın 1925 yılında yayımlanan "Dava" adlı eseriyle katıldığını belirtti.
58 yaşındaki Astiz'in ikinci kez elinde kitapla duruşmaya gelerek, yargıçlara mesaj vermeye çalıştığı kaydedildi. Astiz geçen cumaki duruşmaya da elinde, gerillaya karşı mücadeleyi anlatan bir kitapla gelmiş, duruşma boyunca kalemiyle oynamıştı.
Astiz'le birlikte yargılanan iki sanığın takım elbiseyle duruşmaya katılmasına rağmen Astiz'in spor kıyafetler giymesi de eski subayın mahkemeyi tanımadığını göstermek için başvurduğu bir yöntem olarak yorumlanıyor.
Diktatörlük döneminde uygulanan işkencelerde yaklaşık 5 bin kişinin ölümünden sorumlu tutulan 19 asker yargılanıyor. O dönemde ayrıca, 18 Fransız vatandaşı da kaybolmuştu.
Kafka'nın "Dava" romanında, bir gün sebebini anlayamadığı bir suç nedeniyle kendisini dava edilmiş bulan bir adamın durumu anlatılıyor.

27 Aralık 2009 Pazar

Joseph K.’yı Kim Öldürdü? Prof. Dr. Kadri Yamaç


Onu bir gün herhangi bir açıklama yapmadan götürürler ve tutuklarlar. Bir şey anlayamaz. Neyle suçlandığını bilmez. Hangi kanuna göre hangi maddeden yargılanacağı da belli değildir.
Mahkeme, yargıçlar ve çevredeki her şey olamayacak kadar inanılmaz, ama tam bir yaşanan gerçekliktir. Garip bir mekanizma, sanki kaderiymiş gibi, işlemektedir. Çaresiz ve yalnızdır. Nereye uzansa yalnızlık ve çözümsüzlük beklemektedir.
Nereye ve kime gitse anlatamaz masumiyetini. Herkes “çözümü yok bunun” der, kimse yardım etmez, edemez.
Kim bu? Yabancı gelmedi mi size?
Kafka’nın olağanüstü romanı “Dava”’nın kahramanı Joseph K. ve onun hüzünlü öyküsüdür bu.
Kafka’nın romanı yaşadığımız dünyanın insanı nasıl çaresizleştirebileceğ ini ve teslimiyete sürükleyeceğini ne güzel anlatır. Romandaki herkes insan gibidir ve insandır, ama sanki başkadır onlar.
Kendi halinde bir banka memuru olan Joseph K’yı teslim alan devlet ve bürokrasi sanki tüm bunları yapmak için vardır. Yani devlet ve aygıtları ava çıkmış gibidir. Adalet kimsenin umurunda bile değildir.
Kurbanlar vardır ve kurbanlar da sanki devlet ve bürokrasi için vardır.
Totaliter rejimler egemenliklerini insanları aciz duruma düşürerek sağlarlar.
Gücünü yitiren insan teslim olur. Ruhunu otoriteye bırakır. “Dava”daki K. da sonunda, gelip, kendisini evinden alıp götürenlere direnmez. Masum olduğunu kanıtlamak için verdiği büyük çaba sonuç vermemiştir. Kurtulmayı da istemez artık. Yapması gereken şey, kendini tam teslim etmektir! Yapacak şey kalmamıştır! Son kez evinden alan iki kişi K.’yı kalbinden bıçaklayarak öldürür.
İşte bu tür bir dönüşüm tam da totaliter rejimin istediği insanlık durumudur.
Aciz, şaşkın, yalnız, umutsuz. Yapacak bir şey kalmadığını düşünen, teslim olan.
İzleme ve gözetleme toplumunun doruklarına tırmanıyoruz. Doruklarda olduğumuzu tahmin ediyorduk da, yargının tepesine uzanan dinleme olayının açığa çıkması, yine de “olmaz bu kadar” dedirtti. Halbuki olurdu ve oldu da zaten. Faşizme giden yolların taşları başka türlü mü döşenirdi ki şaşırmıştık!
Herkes korkuyor artık. Muhalif olmak büyük bir risk.
Ya hükümet yandaşı olacaksınız, ya da siz, siz olmayacaksınız. Başka yolu yok!
Ya tüm bunları yürüten bürokrasi nasıldır, onlar neler hissediyor acaba?
Kafka’nın romanında anlatılanlardan hareketle, bir tahmin denemesi yaparsak, belki onlar da çok korkuyordur diye düşünebiliriz.
Çünkü onlar artık totalitarizmin bir organı, ayrılmaz parçası ve esiridir. Totalitarizm dev bir insan yeme canavarı olarak onları da her an öğütecek bir mekanizmadır.
Ülkemiz eşi nadir görülen bir izleme toplumuna dönüştürüldü.
Herkes dinleniyor, izleniyor. Rejime hizmet etmekte olan bürokrasi görevini eksiksiz yürütüyor!
Totalitarizme çanak tutanlar da şu an mutlular. Demokratikleş tiğimizi, başbakanın bu konuda eşsiz birisi olduğunu söylüyorlar, yazıyorlar. Kutsuyorlar. Ruhlarını teslim etmenin acınası gururunu yaşıyorlar.
Ancak… Unutmayalım ki Kafka’nın roman kahramanı durumuna düşüldüğü an insanlık zaten bitmiştir. Kafka da bilelim istiyor. Görün işte diyor.
Şimdi beraber düşünelim; Joseph K.’yı Kim Öldürdü?

Sözcü Gazetesi 16 Kasım 2009

DAVA Kitap kapakları








Dünyanın hemen hemen tüm dillerine çevirilen DAVA'nın kapak tasarımlarından örnekler;

23 Aralık 2009 Çarşamba

Yakınmaları, özgeçmişi, babasına mektubu ve yazıları üçgeninde Kafka'nın iç yaşamı


Kafka'nın yazında ünlü bir isim olduğunu kimse tartışmıyor. Burada ününün hangi kaynaklardan güdülendiği, babası ile yaşayamadığı rekabet sorunlarını yazılara aktarıp aktarmadığı, ünü ile psikopatolojisi, ünü ile yalnızlığı, ünü ile özsevisel gösterimcilik (narsisistik ekzibisyonist) eğilimleri arasındaki bağlantılarına girilmeyecektir. Ününe ün katan yazılarının savunma işlevleri üzerinde de durulmayacaktır. Bunlar son bölümde ele alınacaktır. Öte yandan Kafka ruhsal sorunları yla da ünlü bir kişi. İlişki kurmadaki sorunları, yalnızlığı, mutsuzluğu, utangaçlığı, insanlardan kaçışı ile de ünlü. Psikopatolojisi bizleri şaşırtacak, bizleri isyan ettirecek, bu kadar yetenekle bu kadar mutsuzluk nasıl bir arada olur? dedirtecek boyutlarda. Kafka; onu çevresinden soyutlayan, insanlardan uzaklaştıran, çok şiddetli korkuları olan bir kişi. Utangaç, çekinen, süreğen ve şiddetli utanma duygularının etkisi altında, çoğu kez utanma engelini aşamıyor, evine kapanıyor, insanlardan uzaklaşıyor. Süreğen utancına, süreğen suçlanma ve (babasını) suçlama eşlik ediyor. Suçlama ve suçlanma, utanma ve utandırma çoğu kez birlikte ve birbirine karışıyor. Bu sarmalda birbirini şiddetlendiriyor, acı veren boyutlar kazanıyor. Benzer bir olgu klinik uygulamalarda borderline hastalarda sıkça izlenir. Şiddetli nevrozlarda benlik, korkuyu öfkeye çeviriyor ve hastalarda korkunun yerini öfke alıyor. Ama duyguların bu yer değişimi, daha doğrusu benliğin korkuyu öfkeye çevirmesi, ne korkunun ne de öfkenin işlenmesine yarıyor çünkü ikisi de etkilerini sürdürüyor ve sanki şiddetlerini de artıran bir sarmal oluşturuyor. Bu olguya ,Dava adlı yapıtını irdelerken yeniden dönülecektir.
Kafka gerçek yaşamında ilişki kurmada zorlukları olan, hatta ilişki kuramayan bir kişidir. Yaşamında Brod ve kız kardeşi dışında anlaşabildiği kimse yoktur. Dostları yoktur, kadınlara yaklaşamaz; aynı kadınla iki kez nişanlanıp nişanı bozduğu olmuştur. Birkaç kez evlenmeye kalkışıp kararından dönmüştür. Karar değiştirmelerinin, daha da korkuncu, karar veremeyişinin şıpsevdilik, ya da uçarılıkla bir bağlantısı yoktur. Ayrılma/evlenme kararlarının ardından ya da öncesinde müthiş sıkıntılar yaşadığı biliniyor. Özetle kadınlarla kurmaya çalıştığı yakınlığın tümü, bir ya da iki cinsel denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Olumsuz kendilik duyguları, hiçlik duyguları, dismorfofobik korkuları bu başarısızlığın en derindeki nedenlerini oluşturuyorlar. Bu noktada Cahit Sıtkı Tarancı da da benzer kaygıların bulunduğunu kısaca işaret edelim.
Öte yandan ayrışma sorunları, yapılanmamış kendiliği, taşıdığı ilkel özellikteki kendilik ve nesne tasarımları temel ruhsal sorunlarını oluşturmaktadır. Kendilik ve nesne tasarımları arasında ilkel olanlar yani preödipal evrenin özelliklerini taşıyanlar çoğunluktadır. Kendisini pis bir böcek gibi algıladığı, herkesin dinginliğini bozduğuna inandığı kendilik tasarımları, yıkıcı, cezalandırıcı ve korkutucu ilkel nesne tasarımlarıyla birlikte yaşamayı bir ezince (eziyete) çevirmiştir. Kafka dinginliği yakalayamamış, erinçsiz, çevreden uzaklaşmış, yapayalnız, mutsuz bir kimsedir. Çocukluğunda babasıyla konuşurken kekelediği bir dönem olmuş. İlk gençlik yıllarında bir süre ciddi özkıyım düşüncelerini de taşımış. Cinsel kimliğini tam bulamamış bir biseksüel. Krause'nin bildirimine göre kadınlara bir ya da iki seksüel yakınlaşması dışında cinsel deneyimi yoktur.
Kafka, yazındaki ününe yabancı gibi; bunun kıvancını yaşayamıyor. Aslında üstün yazarlık yetilerine ve olağanüstü yazarlık kimliğine yabancı. Sanki kendiliğin acı çeken bölümü ile güçlü yazar kimliği birbirlerinden ayrı ve uzaktalar, aralarında bir kaynaşma bir bütünleşme bir bireşim (sentez) olmamış. Kafka, yazar yetilerini sonuna dek kullanmış ama iyi bir yazar olduğuna inanamamış. Hatta kitaplarını, Öncelikle Dava'yı kötü bir ürün olarak değerlendirmiş ve yakılmasını istemiştir. Bu inanmamışlıkta acı çeken mazohistik kendiliği ile yaratıcı kendiliğin bütünleşememesi kadar onun, babasını geçmeyi isteme ve istememe birlikteliği dışavurur. Kafka görünmeyi istemekte, bundan sakınmaktadır; babasını suçlamakta, suçlamadığını vurgulamaktadır; ondan ayrı şmayı istemekte, bir alanda ayrışamamaktadır. Bu yapamazlık, ayrışamazlık, dar bir alanın dışına çıkamazlık preödipal evrenin yani ikili ilişkilerin (diyadik) temel özelliklerindendir. Fonagy , ikiliden üçlüye geçişin ruhsal gelişimde önemli bir yeri olduğunu vurgulamaktadır. Yazarı n görüşüne göre bu geçiş çocuğun kapalı bir dizgeden daha açık bir dizgeye, ikili ilişkilerdeki salt bağımlılıktan, üçlülerdeki göreceli bir bağımlı lığa gidişidir. Fonagy'ye göre bir üçüncünün ikiliye katılmasıyla üçlülük, triangularite, başlar. Çocuğun bu üçüncünün ikili ilişkileri nasıl gözlemlediğini tasarlayabilmesi, üçlü ilişkilerin tanısal bir belirtisidir.
Kafka'nın babasına mektubu , babasını sürekli suçlayan bir monolog özelliğindedir. Bu yapıtında babasıyla konuşur ama aslında kendi kendisiyle konuştuğu sanılır. Babasını suçlar ama kendisini bu suçlanmadan soyutlamaz. Sanki ruhsal yapının belirli bir alanında birbirlerinden ayrışamamış, birbirlerine bağımlı bu iki kişi (baba/ oğul), çıkışı olmayan ikili bir dizgenin tutsağı görüntüsündedir. Bu tutsaklık her ikisinin belli alanda düşünce ve amaç farklılığını, birbirlerinin bireyselliğinin duyumsamasını engellememektedir. Yani Kafka'da ikili ve üçlü ilişkiler birliktedir, preödipalden ödipale geçiş tamamlanmamıştı r. Ruhsal sağaltımda da preödipal ve ödipal evrelerin beraberliğine, iç içeliğine sıkça rastlanmaktadır. Bu kapsamda çocuğun ikili ilişkileri gözlemleyen bir üçüncüyü tasarlayabilmesi, ikililerin tümüyle üçlüye dönüştüğü anlamını da taşımamaktadır . Şöyle yazı yor Kafka babasına: "Bizim birbirimize yabancı lığımızda senin tümüyle suçsuz olduğuna inanıyorum. Ama ben de suçsuzum. Bunlara seni inandırabilseydim, aramızda herhalde yeni bir yaşam başlayamaz, herşey değişmezdi, bunun için ikimiz de oldukça yaşlıyız, ama en azından bir barış sağlanabilirdi; herşey değişmezdi ama senin arkası kesilmeyen suçlamalarının yumuşaması sağlanabilirdi" (Kafka 1995, 1996).
Franz birçok kez babanın suçsuzluğuna inancını yineler. Buna karşın suçlamaların arkası kesilmez. Bu yinelemelerde iki insan vardır; birbirlerini suçlayan, birbirleri için tehlikeli olan, birbirlerinden tam ayrışamamış. Bunu, nişanlısına bir mektubunda şöyle anlatıyor: ''Sana, babama hayran olduğumu söylemiştim. Ama o benim, ben de onun düşmanıyım, bu bizim yapımızda var. Bunları biliyorsun. Babama hayranlığım ondan korkularım kadar şiddetli'' (Kafka 1996, 1999).

Kafka'nın Psikodinamiğinde Annenin Yeri, Güçte Gurur ve Yıkımın Birlikteliği


Kafka'nın dinamiğini anlamak için annenin neden geride kaldığını, babanın neden öncelikli ikili nesne konumuna geçtiği görüntüsünü irdelemek gerekiyor.
Blos'a göre sembiyotik yutucu anneden korkan çocuk, progresif bir atılımla babaya yönelmektedir. Bu görüşü temelde onaylıyor ama ona eklemeler yapma gereği de duyuyorum. Çünkü çocukların yaşadıkları her evrenin, ebeveynlerin kendi çocukluklarındaki aynı evrenin doyurulmamış beklentilerini, işlenememiş çatışmalarını etkinleştirdiklerine inanmaktayım. Baba Kafka'nınsa, torununun ''glı, glı''larından öğrendiğimiz gibi, bebeklere aşırı bir hevesi, onların yakınlığına, oğlunun (Franz) alaylarına neden olacak derecede aşırı bir tutkusu var. Baba bu düzlemde çocuklarından çok şey bekleyen bir kimse ve aynı zamanda bedensel yakınlıklarını ve bedensel sıcaklıklarını da arıyor. İki çocuğunun ölümünden sonra bu beklentilerin daha da arttığı açık. Böylece oğlu ile beden yakınlığı arayışları daha da şiddetlenmiş. Franz'ın doğuşu baba Kafka?nın içindeki preödipal çocuğu, aynı evrenin babada arta kalan sorunlarını, doyurulmamış beklentilerini etkinleştirmiş olabilir. Baba Hermann Kafka'nın, torununun gülücüklerine, onun çağrılarına (glı glı) bağımlı dede Hermann Kafka'dan başka türlü davranacağını, oğlunun sıcaklığını, sevgisini aramayacağını düşünmek olanaksız. Ayrıca mektupta babanın oğlunun doğuşundan mutluluk duyduğu, oğlu ile gurur duyduğu birkaç yerde yinelenmektedir.
Öte yandan anne silikleşmiş, gerilerde kalmış gibi ama bunun doğruluğunu kanıtlamak güç. Bu silikleşmenin ne oranda ensest sorunlarına, bağımlılık sorunlarına, ayrışma sorunlarına, oğlunun doğumu ile alevlenen preödipal/ödipal istemlerine karşı bir savunma olduğunu, daha derin bir katmanda anne ile de preödipal ve ödipal bağların sürdüğünü pek bilmiyoruz. Bildiğimiz, annenin simgelediği ideal baba imgeleri ve iyi oğul imgeleriyle Franz'ın özdeşleştiğidir. Fonagy'ye göre üçlü ilişkilerin gelişimi için annenin doğuştan itibaren simgelediği gerçek baba tasarımları ve annenin babalık kavramının rolü büyüktür. Baba tasarımlarının ve babalık kavramının simgelenmesiyle ilişki alanının genişlemesi ve içsel baba tasarımlarının oluşması için gerekli bir alana bir olanak sağlanmış olur. Fonagy , normal bir gelişim için anne baba ilişkilerinin önemine işaret eder. Ona göre bu ilişkide simgelenen anne-baba tasarımları ve anne baba arasındaki bağlar, ikili ilişkilerin temelini oluştururlar. Baba ve babalık kavramı, ebeveyn ilişkilerinin içselleştirilmesi yoluyla gelişir. En erken çocukluk döneminde başlayan bu süreçlere birincil özdeşimler denir. Bebek Franz'ın simgelenen tümgüçlü baba imgelerinin, simgelenen sözdinler çocuk tasarımlarıyla birincil özdeşimler yaptığı çok açık. Annenin ,bu evin tek bir kralı vardır, o da babandır, hepimiz ona endekslenmek konumundayız ya da iyi çocuk, sevilecek çocuk benim yaptığım gibi babanın dediklerini dinleyen çocuktur, sözdinler çocuktur, sevilen çocuk babaya isyan etmeyen çocuktur vb. iletileri olmuş. Bu iletilerde anne-baba tasarımları, anne baba ilişkileri dışavurmaktadır. Böylece annenin babaya salt bağımlılığı, annenin babanın dediklerinden çıkamayışı, ona uyumu da belirginleşir. Oğul Franz babaya bağımlı, babanın önde geldiği bir anne tasarımını içselleştirmiş. Böyle bir annenin verdiği iletilerin bağımlı çocukta yankılanmaması olanaksızdır. Bebek Franz bu iletileri içselleştirmiş. Sözdinlerlik, bu içselleştirme ile güçlü baba ve sözdinler çocukla özdeşleşme süreçlerini de içeriyor. Sonraları babasına isyanını yaşadığı, başkaldırmak istediği, söz dinlemek istemediği zamanlarda anne araya girmiş, çocuklarını yumuşatıcı birçok yöntem kullanmış. Buradan, annenin tümüyle dışlanmadığı anlaşılıyor. Kafka bunları şöyle anlatıyor mektubunda: (Kafka 1996)
"Annemin bana çok iyi davrandığı doğrudur. Ama bana olan ilişkileri tümüyle sana endekslenmişti, aslında kötüydü. Annem bilincinde olmadan avı güden bir rolü üstlenmişti. Senin terbiye yöntemlerinin beni inatçılığa, isteksizliğe yönlendirdiği, hatta öfkelendirdiği ve böylece kendi ayaklarım üstünde durabileceğim çok ender anlarda annem yumuşaklığı, iyiliği, makul konuşmaları, ricalarıyla (çocukluğumuzdaki karışıklıkta makuliyetin sembolü idi) ortalığı yatıştırır ve beni yeniden senin etki alanına doğru güderdi; o alandan benim ve senin yararına dışına çıkabilecekken".
Bazen de barışmadığımız zamanlarda annem beni senden gizlice koruyormuş gibi yapar, bana gizlice birşeyler verir, yaptıklarıma gizlice göz yumar, sonra ben gene çekingen, görünmekten çekinen halimle suçunu bilen bir dolandırıcı gibi, bir hiç olarak karşında yerimi alırdım. Hiç oluşum, hak ettiklerimi bile dolaylı, arka yollardan almama neden olurdu. Elbette ki ben aynı yoldan hakkım olmadığına inandığım şeyleri de almaya çalışırdım. Buysa benim suçluluk bilincimi daha da artırırdı? (Kafka 1996). Bu son cümlelerinde suçlanma, utanma ve değersizlik duygularının biraradalığı somutlaşırken, aslında üstbenlikle ideal benliğin birbirlerinden ayrışmamışlıkları belirginleşir.
Öte yandan Franz, doğumundan gurur duyan babayla özdeşleşmiş, Babanın güven veren gücüyle de. Baba Kafka torununun (Felix'in) yatırılma seremonisinde belirginleştiği gibi sevgiye aç, gurura susamış, beden yakınlığını arayan ve de çok kolay çocuklaşabilen bir kişi. Koskoca bedeni ve birçok kişiyle (hizmetçi kız, onun ardında babam, onun ardında kayınbiraderim, onun ardında kızkardeşim) küçücük bebeğin peşinde oluşu en azından bunu düşündürüyor. Babanın doğumdan çok sonra algılandığı, anne ile çocuk arasındaki agresyonları absorbe etme gibi işlevleri olduğu görüşlerini göreceleştirmek gerekiyor. Yeni doğmuşların ailenin duygusal ortamındaki değişimleri algılama yetileri içinde baba, yerini çok daha önceleri almış bulunuyor.burda annenin taşıdığı ve ve oğluna simgelediği ''iyi çocuk'', ''ideal baba'' imgeleri kadar babanın ayartılarının, yakınlık arayışlarının (Felix'te olduğu gibi) etkilerini de gözardı etmemek gerekiyor. Baba böylece en erken çocukluk döneminde annenin yerini en azından belli bir alanda almış görünüyor; anne de bunun için elinden geleni yapmış. Babanın gücüyle ayartılarının çekiciliği Franz?ın preödipal evrede, ayrışma süreçlerini yaşamadan bir üst katmana atlamasını sağlamış. Bu ilerleyici süreçte (progresyon) preödipal evrede ayrışma (yas), bağımlılık sorunları, ödipal evrede ise ensest korkularından kurtuluş arayışları vardır.
Ama Franz'ın öfkeli babayı içselleştirme zorunda kalması çok gecikmemiş: Alay eden, kötüleyen, aşağılayan tehlikeli bir gücü olan babayı da içselleştirmiş, güç Franz için hem yapıcı gurur veren hem de yıkıcı korku veren özellikler kazanmış. "Benim bir dostum, amirim, amcam, büyükbabam, hatta kayınpederim olabilseydin çok daha mutlu olurdum. Benim için baba olarak çok güçlü bir kimseydin. Hele erkek kardeşlerimin ölmesi, kızkardeşlerimin geç doğmaları nedeniyle ilk öfkelerine ben katlanmak zorunda kaldım; bunun için de çok güçsüzdüm. Herhalde çocukların, herşeyden önce de ben, seni düşkırıklıklarına uğratmadan, seni durgunlaştırmadan önce neşeli bir insandın. Torunun ve damadından aldığın sıcaklıkla yeniden neşeni kazanmış görünüyorsun, çocukları nın sana veremediği sıcaklığı da'' (Kafka 1996).

22 Aralık 2009 Salı

Kafka, Sinema ve Orson Welles’in Dava’sı... Enver Gülşen


20.yüzyılın ilk yarısında, ama özellikle iki dünya savaşı arasında Avrupa, toplumsal olarak en büyük yıkıntıların yaşandığı, büyük korkuların hâkim olduğu bir yerdir. Ancak bu toplumsal durum, aynı zamanda sanat, edebiyat, felsefe açısından çok verimli bir dönemi de kendi içinden doğurmuştur. Ekspresyonizm, empresyonizm, dadacılık, sürrealizm gibi sanat akımları; varoluşçuluk gibi hem sanatı hem de felsefeyi derinden etkilemiş düşünce akımları, siyasi ve toplumsal modernitenin toplumu, insanı getirdiği uçurum kenarının tasvirine koyulmuş ve sanatta modernizmin de kapılarını açmıştır. Sanattaki modernizmi oluşturan akımlar bu yıkımın, korkunun, umutsuzluğun tasvirini yaparken çok önemli sanatsal ifade biçimleri de ortaya koymuşlardır.
Sinema, modern sanatın doğuşuyla aynı dönemlerde doğduğu için, sinema ile sanatın diğer dalları arasında çift yönlü bir iletişim söz konusu olabilmiştir. Resim, müzik ve edebiyatla sinemanın ilişkisi bu sanat dallarının tümü için yeni ifade biçimleri yaratmaya başlamıştır. Aynı şekilde sinema ile felsefe yapma biçimi de derin şekilde değişmiştir. Kavramsal düşünme yerini yavaş yavaş imgesel düşünmeye bırakmaya başlarken, sinema da imgesel düşünmenin en güçlü aracı olarak yükselmeye başlamıştır.

Bence Kafka romanını da bu yönde düşünebiliriz. Kafka, çağının çürümesine, korkusuna, umutsuzluğuna tercüman olurken, aynı zamanda o döneme kadar roman sanatında görülmemiş bir biçimin de öncü figürlerinden birisi olmuştur. Kafka romanları, klasik, gerçekçi veya romantik romanlardan farklı olarak bulunduğu toplumsal ortamda çaresiz kalmış, edilgen anti-kahramanların cirit attığı; bu yüzden de bu kişilerden çok kafkaesk adını verebileceğimiz ortamın romanın etkinliğine katkı yaptığı romanlardır. Acayip, tekinsiz ve romandaki tasvirlerle tamamen inandırıcı görünmesine rağmen, mantığıyla kâbusları andıran kafkaesk, Kafka romanları için belirleyici ortamı oluşturur. Bu açıdan Kafka romanlarını da imgesel düşünmenin bir ifade biçimi olarak değerlendirmek pek yanlış olmasa gerektir. Kafkaesk bu imgesel düşünmenin yarattığı bir biçim olarak dikkat çeker.

Kafka roman ve hikâyelerinde, aynen rüya veya kâbuslarımızda olduğu gibi, yaşadığımız hayat perspektifinden baktığımızda imkânsız gibi görünen olaylar ve ortamlar, Kafka’nın tasvirlerinin inandırıcılığı sayesinde gerçekmiş gibi anlaşılırlar. Gregor Samsa’nın bir sabah kalktığında kendini kocaman bir hamamböceğine dönüşmüş bulması bizi şaşırtmaz; ama ailesinin vurdumduymazlığı, merhametsizliği hepimizi deli eder! Ya da bir türlü içeri girilemeyen şatolar bizde herhangi bir inandırıcılık zafiyeti yaşatmazlar. Zira Kafka, sinemada çok sonraları Tarkovsky’nin en etkin şekilde yaratacağı rüya dilinin ve bu rüya dili sayesinde oluşturulan “acayip”in 20.yy sanatlarının tümü için öncülerinden birisidir.

Kafka, daha önce kimse tarafından bu derece netlikle tasvir edilememiş olan, gelecek olan büyük bir felaketin habercisi anlamında da öncü bir figürdür. Avrupa’nın, özellikle iki dünya savaşı arasındaki görünümü Kafka eserlerinin merceğinden bakıldığında gelecek olan büyük bir felaketin bütün emarelerini vermektedir. Modernitenin hayatın ve tüm değerlerin ortasında koyduğu insan, Kafka eserlerinde görüldüğü üzere amaçlananın tam tersi şekilde; edilgen, bürokratik mekanizmalarla toplumsal iktidar süreçlerinin bir piyonu haline gelmiş ve aynen Musil’in “Niteliksiz Adam”ı gibi silik kişilikler haline gelerek sadece bireyliğini değil insanlığını da kaybetmiştir. Foucault’un insanın ölümünü ilan etmesinden çok önce, Kafka insanın ölümünü tüm trajikliğiyle bizlere göstermişti aslında. İnsanın ölümü, bürokratik mekanizmaların ve tümel aklın, tikel aklı egemenliği haline alarak yok ettiği bir durumun adı ise Kafka eserleri tam da bunu tasvir eder.

İnsanın ölümünün çok geçmeden nasıl bir trajediye yol açtığını tüm dünya gördü. Milyonlarca insanın toplama kamplarında öldüğü, on milyonlarcasının savaşlarda canını kaybettiği bu çılgınlık halinin ilk sinyallerini veren Kafka, adeta yaklaşan bir felaketi bildiren kâhin gibidir. Kafkaesk, insanın ölümüne yapılan bir ağıt gibidir adeta. Daracık mekânlar, gri-siyah şehir ortamları, hepsi birbirinin aynı olan kocaman binalarda sefalet içinde yaşayan yoksullar ve dışlanmışlar, adeta kâbuslardan çıkmış gibi görünen tekinsiz gölgeler… İnsan, bu kafkaesk ortamın esiri haline gelmiştir. Kendisine emredileni sorgusuz sualsiz yapan insanların, iktidarın üst katmanlarına asla ulaşamadığı Kafka romanlarında, iktidar olgusunun modern zamanlardaki değişimi ve merkezsizleşmesini görebiliriz. Şato’ya hemen bitişiğindeki köyden bile olsa asla ulaşamazsınız; yasa kapısının önünde ömrünüz boyunca bekler ama giremezsiniz; suçunuzun ne olduğunu bilmeden tutuklanmanızı tuhaf karşılamaz ve kısa zamanda siz kendi suçunuzu aramaya başlarsınız…

Ceza Sömürgesi ile yaklaşan Nazi zulmünü haber veren Kafka, Şato ve Dava ile bu ortamın nasıl bir altyapıya sahip olduğunu ve nasıl bir çıkışsızlığı ima ettiğini gösterir. Josef K, ya da K. Artık insan denen varlığın birbirinden ayırt edici özelliği kalmamış ve hepsi bürokratik devlette simgelenen tümel aklın kölesi haline gelmiştir. Varoluşçuluk akımının düşünürleri kabul edilen düşünürler ve sanatçılarla Kafka eserleri arasında birer bir bağ vardır. Varoluşçuluğun ele aldığı bütün konular ve insanlık durumları adeta Kafka eserlerinde ifade bulmuş gibidir. Saçma, kaygı, umutsuzluk, korku…

Kafka romanlarının bir başka özelliği de Deleuze’nin “Kafka: Bir Minör Edebiyat” adlı kitabında belirttiği gibi bir yersiz-yurtsuzluğu ima etmesidir. Kafka Prag’da yaşayan bir Yahudi’dir. Ama o zamanlarda Prag’daki entelektüel dil olan Prag Almancası ile yazar. Kafka bir anlamda bu dilde yazmakla sürgün olduğu bir dile mahkûm olan bir yersiz yurtsuzdur. Almanlar tarafından Alman kabul edilmeyen, Çekler tarafından Çek kabul edilmeyen, Yahudi ritüelleri ve grupları ile ilgisi kısıtlı olduğu için de Yahudi kabul edilmeyen, Almanca yazan Prag’da yaşayan bir Yahudi! Deleuze’ye göre Kafka’yı asıl önemli kılan ve edebiyatını da minör edebiyat yapan şey bu yersiz-yurtsuzlaşmadır. Sürgün olma halidir. Zira sürgünlüğün en büyüklerinden birisi dilde sürgün olmaktır. Minör edebiyat, “öteki”ni anlamak ve ötekiyle ilişki kurmak için de çağımızın en önemli unsurlarındandır.

Kafka romanlarının rüya mantığı ile kurulmuş olması, bu romanları sinematografik hale getirir. Kafkaesk de en kuvvetli şekilde sinematografinin gösterebileceği bir ortamın adıdır. Kafka romanları ve hikâyelerinin sinematografi ile bu tür bir ilişkide olması, sinemada Kafka uyarlamalarının ve Kafka uyarlaması olmasa bile kafkaesk olan sinema filmlerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ancak bütün bu sinematografik gücüne rağmen Kafka’nın hak ettiği şekilde uyarlandığı film sayısı çok azdır. Daha çok kafkaeskin sinema diline döndüğü Kafka uyarlaması olmayan filmler sinemada Kafka’yı temsil etmişlerdir denebilir.

Şilili yönetmen Raoul Ruiz’in “Ceza Sömürgesi” uyarlaması, Haneke’nin “Şato”su ve yazının da konusu olan Orson Welles’in “Dava”sı bu uyarlamaların başlıcalarıdır. Haneke’nin Şato filmi, Kafka’nın romanına sadık kalsa da kafkaesk ortam oluşturma ve bunu sinemanın gücüyle oluşturabilme konusunda pek başarılı bir film değildir. Aynı şekilde Ruiz’in Ceza Sömürgesi de Ruiz’in bütün yeteneğine rağmen Kafka’nın hak ettiği bir uyarlama olmaktan uzaktır. Soderbergh’in “Kafka” filmi ise bir taraftan biyografik, diğer taraftan da gevşek bir Şato uyarlaması olarak sözünü etmeye değer bir filmdir.

Kafka uyarlaması olmamakla birlikte Kafka’dan bilerek ya da bilmeyerek etkilenmiş yönetmenler, hatta ülke sinemaları vardır. Özellikle Çek Yeni Dalgası’nın (Jiri Menzel, Milos Forman ve Vera Chitilova gibi yönetmenler) bazı filmleri, ortamlarının kafkaesk olması ve Kafka’nın romanlarındakine benzer bir mizah anlayışına sahip olmalarıyla Kafka ile ilişkili filmlerdir. Yine Macar sinemasının “negatif Tarkovsky’si” Bela Tarr ile başka amaçla da olsa oluşturduğu kafkaesk ortamlarla Tarkovsky filmleri de Kafka ile az ya da çok ilişkili tutulabilirler. Siyasi protestoyu kara mizah, ironi ve kafaesk bir ortamla vermeye çalışan özellikle Gürcü sinemasından Abuladze gibi kimi yönetmenler, yine özellikle Avrupa üçlemesi ile Trier, Kafka’dan etkilenen yönetmenlerden sayılabilir.

Orson Welles birçok sinema yönetmeni ve eleştirmeni tarafından geçmiş geçmiş en büyük yönetmen kabul edilir. Ben, aynı kanaatte olmasam bile, Welles’in önemli bir sinema yönetmeni ve sinemada birçok konuda öncü olabilmiş bir sinema düşünürü olduğunu düşünüyorum. Yine benzer şekilde Welles’in “Yurttaş Kane” filmi sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük filmi kabul edilir. Bu konuda da aynı kanaatte değilim.

Bana kalırsa Welles’in en iyi filmi, bir Kafka uyarlaması olan 1962 yapımı Dava (Trial) filmidir. Bazı açılardan romanla paralel olmasa da, Kafka’nın romanlarının ruhuna yakınlık açısından en önemli Kafka uyarlaması Welles’in Dava filmidir.

Yurttaş Kane, Belalı Balayı ve Muhteşem Ambersonlar gibi önemli filmleriyle sinema diliyle ilgili birçok imkânı kullanmış olan Orson Welles, sinemada kurgunun önemini vurgulayan bir yönetmendir. Kurgu, Welles’de farklı hayat parçacıklarının ve fragmanların montajıyla bir fikir ve anlatım oluşturmaktır. Kafka’nın romanlarındaki parçalı yapı da Welles’in kurgu anlayışı ile birçok açıdan benzerlik taşıdığı için, Dava filmindeki fragmantasyon ile Kafka’nın romanındaki ilişkiyi kurmak zor olmamıştır. Kafka romanlarındaki parçalı yapı birçok açıdan parçalanmış bir hayatı imlerken, Welles bu parçalanmış hayatı sinemasındaki kurgu yöntemleriyle aktarabilmeyi denemiştir. Genel olarak kurgu sinemasının hakikatle ilişkisini güdük bulsam da, Kafka söz konusu olduğunda Welles’in kurgu anlayışının Kafka ile önemli bir örtüşme imkanı sağladığını düşünüyorum.

Film, Welles’in, Kafka’nın “Dönüşüm” adlı kitabından “Yasanın Önünde” meselinin resimler eşliğinde anlatılmasıyla başlar: “Yasanın kapısında bir kapıcı vardır. Kırlardan bir adam gelerek Yasaya kabul edilmesi için yalvardı. Ama Kapıcı o an izin veremeyeceğini bildirdi. Adam düşündü ve sonra izin alıp alamayacağını sordu. Kapıcı, ‘olabilir, ama şimdi değil’ dedi. Kapı her zaman olduğu gibi açık olduğu için adam eğildi ve içeriye bakmaya çalıştı. Kapıcı gülerek ‘seni çekiyorsa izin vermememe rağmen içeri girmeye çalış. Ama ben çok güçlüyüm ve kapıcıların en önemsiziyim. Her oda girişinde bir kapı vardır ve bir öncekinden çok daha güçlüdür. Üçüncü kapıcı o kadar korkunçtur ki yüzüne bile bakamam’ der. Kapıcı ona bir tabure verir ve oturtur. Adam orada günlerce ve yıllarca oturur ve bekler. Bu yolculuk için gelen adam her şeyini kapıcıya rüşvet vermek için kullanır. Ama kapıcı izin vermez. Kapıcı verilenleri yine de alır ve adama ‘bunları bir şey atlamadığını düşünmen için alıyorum’ der… Adam yaşlanır ve kapıcının kürkünün arkasındaki pirelere bile rüşvet verir. Zamanla görüşü azalır. Ama artık kapının ardında karanlıktan sızan bir ışığı da fark edebiliyordur. Artık çok uzun ömrü kalmamıştır. Artık ölmek üzereydi ve kapıcıya sormadığı bir soru kalmıştı eğilerek sordu: ‘Herkes Yasaya ulaşmaya çalışıyor ama bu uzun yıllar boyunca neden sadece ben yalvardım’. Kapıcı adamın sona yaklaştığını anladı ve adamın duymasını sağlayacak şekilde bağırarak: ‘ Buraya başka birisi kabul edilemez, çünkü bu senin kapın. Şimdi onu kapatıyorum’ dedi“.

Bu giriş kısmının Dava’yı anlamak için bir anahtar olduğunu düşünüyorum. Hayatın ölümle ilişki içerisinde anlam bulabileceği ve Yasa’nın ancak bu şekilde ulaşılabilir olduğu bir anlam! Felsefe insanı ölüme hazırlamaktı bir zamanlar; modern düşünceler ölümü öldürdü ve sonunda yaşamı da öldürdü öyle değil mi? Kafka’nın aşağıda anlamaya çalışacağım bütün yorumlarının ötesinde bir de böyle düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Yasa, insanın kendi hayatının anlamı olabilir. O anlam da ancak onunla girilecek ilişkinin mahiyetini bilebilmekle kazanılabilir bir şey olabilir. Bu ilişki, edilgin bir şekilde yaşamakla değil, bizzat hayatın kendisini Nietzscheyen bir şekilde onaylama ve farklılığı olumlama ile oluşturulabilir. Hayatın kendisini onaylama, ölümün de hayatın bir gerçeği olduğunu bilmekten geçmiyor mu? Ölümle yüzleşmek, hayatı onaylamak için gerekli şartlardan birisi değil mi?

Josef K. bir sabah tutuklanır. Ama tutuklanması onun işine gidip gelmesini engellemez. Yargılamalar da mesai saatleri dışında yapılacaktır zaten. Kendisine hangi suçtan dolayı tutuklandığı söylenmez. İlk zamanlarda bunun bir saçmalık olduğunu düşünen K. sonraları kendisini savunacak yollar aramaya koyulur.

Dava’nın açık uçlu yapısı, romanı birçok açıdan yorumlama imkânına da haizdir. Bu imkânları gözden geçirmeden önce romanla film arasındaki belirgin farklılıkları anlamakta fayda vardır. Romanda K. kendisinin tutuklanmasına bir direniş göstermez. Bir avukat da tutar. Yargıçlarla ilişki kurabilecek bütün yolları dener. Suçsuzluğunu bilip savunma yapmayı reddetmek yerine, bir kabul söz konusudur burada. Filmde de genel olarak benzer bir durum söz konusudur. Ancak Welles belki de o zamanların yapısını kendi zamanlarından değerlendirmenin etkisiyle bir tür direniş geliştirme niyetindedir adeta. K.’nın edilgen olmasını reddeder ve kınar Welles. Direnmemesini ve suçunu kabullenmesini suçla suçlunun aynı toplumun üyesi olduğunun farkına vardırdığı bir ayniyet içinde sunar. K. direnmemekle suçluluğunu ilan etmiştir aslında! Sonuçta muhbirler de daha üst memurlar olan “dayakçı” tarafından cezalandırılabilmektedir ve bu cezanın sorumlusu da K.’dır bir bakıma. Suçlu ile suçsuz silikleşmiş, toplum aynı suçun faili gibi görülmektedir Welles’de.

K.’nın filmin öldürülme biçimiyle romandaki aynı bölümler farklılıklar arz eder. Romanda K. adeta bir uysal kuzu gibi korkuyla ama hiç direnmeden ölüme giderken; filmde bıçağı kendi aralarında elden ele veren iki celladı “benim yapmamı istiyorsunuz ama yapmayacağım. Siz yapmalısınız!” diye karşılayan ve cellâtlarla dalga geçen bir K. vardır. Romanda K. bir bıçak darbesiyle infaz edilirken, filmde bu infaz K.’yı bıraktıkları çukura atılan bir bomba ile olur.

Peki, K.’nın suçu nedir? Yaklaştığını bildiği halde bir zulme karşı direniş gösterememek midir? Uzlaşmak mıdır? Yoksa K. zaten bütün bu suçlardan suçlu olduğunu farkında mıdır? Adorno, Kafka üzerine yazdığı bir yazıda, K.’yı, suçlu olmadığı halde savunma yapmak istemesi ve dolayısıyla uzlaşması ile suçlar. Welles’in de K. ya karşı tavrı benzerdir. K. bizzat hayatta olmakla her suçun faili midir aynı zamanda?

K.’nın bir türlü ulaşamadığı yüksek mahkeme nedir? İktidarın artık gözden kaybolması ve merkezsizleşmesinin bir alegorisi mi; insan yaşamının “saçmalığı” dolayısıyla yaşamının kontrolünü elinde bulunduramayan insanın trajedisi midir? Filmde bir yerde yüksek mahkemenin nasıl işlediğini kimse bilmez, denir. Bu bilinemeyen süreçlerle modern iktidar yapılarının öngörülemezliği arasında nasıl bir bağ vardır? Yüksek mahkeme bazı yorumlarda anlaşıldığı gibi, bizzat Tanrı mıdır? K. ve tüm insanlık bu tip bir tanrı anlayışıyla biçimlenen bir kaderin edilgen mahkumları mıdırlar?Filmin sonunda intihar etmeyi reddeden K. her şeye rağmen bir direniş göstererek, Camus’un tek gerçeklik olarak yaşamın saçmalığına karşı intihar öğretisine aykırı bir çıkışı gösterir gibidir. Yine filmin sonunda kendisine suçunu kabul et diyen avukat ve rahibe karşı çıkması Nietzsche’nin, dekadansın iki sorumlusu olarak gördüğü Hıristiyan kilisesi ve Batı felsefesine bir karşı çıkışın alegorisi olarak okunabilir mi?

Dava romanı okunduğunda veya Welles’in uyarlaması izlendiğinde karşı karşıya kalınan tüm bu sorular belki de kesin bir cevabı asla verilemeyecek olan sorulardır. Kafka’yı büyük yapan da eserlerinin bu şekilde sorular sorduran açık yapıtlar olmalarıdır. Welles filminde Kafka’nın bu sorularına yeni sorular ve itirazlar ekleyerek önemli bir sanat eserinin uyarlandığı eserle bağının da nasıl olması gerektiğini gözler önüne serer.

Romanda mekânlar sıkışık, küçücük labirentimsi mekânlar iken; filmde bu mekânlar yerini kocaman tekdüze yapılara, içinde kaybolunan devasa labirentlere, binlerce insanın aynı anda aynı şekilde çalıştığı devasa ofislere, önünde küçücük kalınan kapılara ve heykellere bırakır. Welles burada sinemada imgenin ne derece önemli olduğunu bir kez daha gösterir. Zira şekil olarak romanla görülen bu tezat, Welles’in mekânlarının da kafkaesk olduğu gerçeğini gizleyememektedir. Welles kendi imgelemindeki kafkaeskin ruhunu, ortaya koyduğu mekânlarıyla, bambaşka bir yapıda yaratabilmiştir gerçekten de. Kafka’nın romanlarındaki labirentimsi kâbus hali, Welles tarafından başka bir yöntemle ama aynı sonucu verecek şekilde tasarlanabilmiştir. Ayrıca mahkeme önünde bekleyen infaz edilecekler, Welles tarafından Auschwitz’e kesin bir gönderme olarak da okunabilir.

Kafka metinleri birer şiirdirler; çünkü bu metinler neredeyse tamamen imgelerden, alegorilerden ve metaforlardan ibarettirler. Bu anlamda Dava filmi ile Welles de en şiirsel filmini ortaya koymuştur. Romandaki bazı fragmanları aktarırken kullandığı uzun planlar da, kafkaeskin izleyici tarafından daha derinden deneyimlenmesine imkân vermektedir. Zaman zaman romandaki diyalogları aktarmak için kullanılan teatral mizansen ve dramaturji filmin en büyük dezavantajı olarak göze çarpmaktadır. Thomasso Albinoni’nin müziği K.’nın trajedisini zaman zaman bütün derinliğiyle sunabildiği için filmin önemli unsurlarından birisi olarak dikkat çeker.