28 Aralık 2009 Pazartesi

Duruşmaya Kafka'nın 'Dava' adlı kitabıyla çıktı

Eski işkenceci subay, duruşmaya Kafka'nın 'Dava' adlı kitabıyla çıktı

Latin Amerika ülkesi Arjantin'in diktatörlük döneminde adam kaçırma eylemlerinden sorumlu tutulan eski subay Alfredo Astiz'in, dünkü duruşmasına, elinde Franz Kafka'nın "Dava" adlı kitabıyla çıktığı bildirildi.
Duruşmayı izleyen AFP'nin muhabiri, 1976-1983 yılları arasında Alice Domon ve Leonie Duquet adlı 2 Fransız rahibenin kaçırılması ve öldürülmesinden sorumlu tutulan ''sarışın ölüm meleği'' lakaplı Astiz'in, duruşmalara spor kıyafetle geldiğini ve dünkü duruşmaya Avusturyalı yazar Kafka'nın 1925 yılında yayımlanan "Dava" adlı eseriyle katıldığını belirtti.
58 yaşındaki Astiz'in ikinci kez elinde kitapla duruşmaya gelerek, yargıçlara mesaj vermeye çalıştığı kaydedildi. Astiz geçen cumaki duruşmaya da elinde, gerillaya karşı mücadeleyi anlatan bir kitapla gelmiş, duruşma boyunca kalemiyle oynamıştı.
Astiz'le birlikte yargılanan iki sanığın takım elbiseyle duruşmaya katılmasına rağmen Astiz'in spor kıyafetler giymesi de eski subayın mahkemeyi tanımadığını göstermek için başvurduğu bir yöntem olarak yorumlanıyor.
Diktatörlük döneminde uygulanan işkencelerde yaklaşık 5 bin kişinin ölümünden sorumlu tutulan 19 asker yargılanıyor. O dönemde ayrıca, 18 Fransız vatandaşı da kaybolmuştu.
Kafka'nın "Dava" romanında, bir gün sebebini anlayamadığı bir suç nedeniyle kendisini dava edilmiş bulan bir adamın durumu anlatılıyor.

27 Aralık 2009 Pazar

Joseph K.’yı Kim Öldürdü? Prof. Dr. Kadri Yamaç


Onu bir gün herhangi bir açıklama yapmadan götürürler ve tutuklarlar. Bir şey anlayamaz. Neyle suçlandığını bilmez. Hangi kanuna göre hangi maddeden yargılanacağı da belli değildir.
Mahkeme, yargıçlar ve çevredeki her şey olamayacak kadar inanılmaz, ama tam bir yaşanan gerçekliktir. Garip bir mekanizma, sanki kaderiymiş gibi, işlemektedir. Çaresiz ve yalnızdır. Nereye uzansa yalnızlık ve çözümsüzlük beklemektedir.
Nereye ve kime gitse anlatamaz masumiyetini. Herkes “çözümü yok bunun” der, kimse yardım etmez, edemez.
Kim bu? Yabancı gelmedi mi size?
Kafka’nın olağanüstü romanı “Dava”’nın kahramanı Joseph K. ve onun hüzünlü öyküsüdür bu.
Kafka’nın romanı yaşadığımız dünyanın insanı nasıl çaresizleştirebileceğ ini ve teslimiyete sürükleyeceğini ne güzel anlatır. Romandaki herkes insan gibidir ve insandır, ama sanki başkadır onlar.
Kendi halinde bir banka memuru olan Joseph K’yı teslim alan devlet ve bürokrasi sanki tüm bunları yapmak için vardır. Yani devlet ve aygıtları ava çıkmış gibidir. Adalet kimsenin umurunda bile değildir.
Kurbanlar vardır ve kurbanlar da sanki devlet ve bürokrasi için vardır.
Totaliter rejimler egemenliklerini insanları aciz duruma düşürerek sağlarlar.
Gücünü yitiren insan teslim olur. Ruhunu otoriteye bırakır. “Dava”daki K. da sonunda, gelip, kendisini evinden alıp götürenlere direnmez. Masum olduğunu kanıtlamak için verdiği büyük çaba sonuç vermemiştir. Kurtulmayı da istemez artık. Yapması gereken şey, kendini tam teslim etmektir! Yapacak şey kalmamıştır! Son kez evinden alan iki kişi K.’yı kalbinden bıçaklayarak öldürür.
İşte bu tür bir dönüşüm tam da totaliter rejimin istediği insanlık durumudur.
Aciz, şaşkın, yalnız, umutsuz. Yapacak bir şey kalmadığını düşünen, teslim olan.
İzleme ve gözetleme toplumunun doruklarına tırmanıyoruz. Doruklarda olduğumuzu tahmin ediyorduk da, yargının tepesine uzanan dinleme olayının açığa çıkması, yine de “olmaz bu kadar” dedirtti. Halbuki olurdu ve oldu da zaten. Faşizme giden yolların taşları başka türlü mü döşenirdi ki şaşırmıştık!
Herkes korkuyor artık. Muhalif olmak büyük bir risk.
Ya hükümet yandaşı olacaksınız, ya da siz, siz olmayacaksınız. Başka yolu yok!
Ya tüm bunları yürüten bürokrasi nasıldır, onlar neler hissediyor acaba?
Kafka’nın romanında anlatılanlardan hareketle, bir tahmin denemesi yaparsak, belki onlar da çok korkuyordur diye düşünebiliriz.
Çünkü onlar artık totalitarizmin bir organı, ayrılmaz parçası ve esiridir. Totalitarizm dev bir insan yeme canavarı olarak onları da her an öğütecek bir mekanizmadır.
Ülkemiz eşi nadir görülen bir izleme toplumuna dönüştürüldü.
Herkes dinleniyor, izleniyor. Rejime hizmet etmekte olan bürokrasi görevini eksiksiz yürütüyor!
Totalitarizme çanak tutanlar da şu an mutlular. Demokratikleş tiğimizi, başbakanın bu konuda eşsiz birisi olduğunu söylüyorlar, yazıyorlar. Kutsuyorlar. Ruhlarını teslim etmenin acınası gururunu yaşıyorlar.
Ancak… Unutmayalım ki Kafka’nın roman kahramanı durumuna düşüldüğü an insanlık zaten bitmiştir. Kafka da bilelim istiyor. Görün işte diyor.
Şimdi beraber düşünelim; Joseph K.’yı Kim Öldürdü?

Sözcü Gazetesi 16 Kasım 2009

DAVA Kitap kapakları








Dünyanın hemen hemen tüm dillerine çevirilen DAVA'nın kapak tasarımlarından örnekler;

23 Aralık 2009 Çarşamba

Yakınmaları, özgeçmişi, babasına mektubu ve yazıları üçgeninde Kafka'nın iç yaşamı


Kafka'nın yazında ünlü bir isim olduğunu kimse tartışmıyor. Burada ününün hangi kaynaklardan güdülendiği, babası ile yaşayamadığı rekabet sorunlarını yazılara aktarıp aktarmadığı, ünü ile psikopatolojisi, ünü ile yalnızlığı, ünü ile özsevisel gösterimcilik (narsisistik ekzibisyonist) eğilimleri arasındaki bağlantılarına girilmeyecektir. Ününe ün katan yazılarının savunma işlevleri üzerinde de durulmayacaktır. Bunlar son bölümde ele alınacaktır. Öte yandan Kafka ruhsal sorunları yla da ünlü bir kişi. İlişki kurmadaki sorunları, yalnızlığı, mutsuzluğu, utangaçlığı, insanlardan kaçışı ile de ünlü. Psikopatolojisi bizleri şaşırtacak, bizleri isyan ettirecek, bu kadar yetenekle bu kadar mutsuzluk nasıl bir arada olur? dedirtecek boyutlarda. Kafka; onu çevresinden soyutlayan, insanlardan uzaklaştıran, çok şiddetli korkuları olan bir kişi. Utangaç, çekinen, süreğen ve şiddetli utanma duygularının etkisi altında, çoğu kez utanma engelini aşamıyor, evine kapanıyor, insanlardan uzaklaşıyor. Süreğen utancına, süreğen suçlanma ve (babasını) suçlama eşlik ediyor. Suçlama ve suçlanma, utanma ve utandırma çoğu kez birlikte ve birbirine karışıyor. Bu sarmalda birbirini şiddetlendiriyor, acı veren boyutlar kazanıyor. Benzer bir olgu klinik uygulamalarda borderline hastalarda sıkça izlenir. Şiddetli nevrozlarda benlik, korkuyu öfkeye çeviriyor ve hastalarda korkunun yerini öfke alıyor. Ama duyguların bu yer değişimi, daha doğrusu benliğin korkuyu öfkeye çevirmesi, ne korkunun ne de öfkenin işlenmesine yarıyor çünkü ikisi de etkilerini sürdürüyor ve sanki şiddetlerini de artıran bir sarmal oluşturuyor. Bu olguya ,Dava adlı yapıtını irdelerken yeniden dönülecektir.
Kafka gerçek yaşamında ilişki kurmada zorlukları olan, hatta ilişki kuramayan bir kişidir. Yaşamında Brod ve kız kardeşi dışında anlaşabildiği kimse yoktur. Dostları yoktur, kadınlara yaklaşamaz; aynı kadınla iki kez nişanlanıp nişanı bozduğu olmuştur. Birkaç kez evlenmeye kalkışıp kararından dönmüştür. Karar değiştirmelerinin, daha da korkuncu, karar veremeyişinin şıpsevdilik, ya da uçarılıkla bir bağlantısı yoktur. Ayrılma/evlenme kararlarının ardından ya da öncesinde müthiş sıkıntılar yaşadığı biliniyor. Özetle kadınlarla kurmaya çalıştığı yakınlığın tümü, bir ya da iki cinsel denemesi de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Olumsuz kendilik duyguları, hiçlik duyguları, dismorfofobik korkuları bu başarısızlığın en derindeki nedenlerini oluşturuyorlar. Bu noktada Cahit Sıtkı Tarancı da da benzer kaygıların bulunduğunu kısaca işaret edelim.
Öte yandan ayrışma sorunları, yapılanmamış kendiliği, taşıdığı ilkel özellikteki kendilik ve nesne tasarımları temel ruhsal sorunlarını oluşturmaktadır. Kendilik ve nesne tasarımları arasında ilkel olanlar yani preödipal evrenin özelliklerini taşıyanlar çoğunluktadır. Kendisini pis bir böcek gibi algıladığı, herkesin dinginliğini bozduğuna inandığı kendilik tasarımları, yıkıcı, cezalandırıcı ve korkutucu ilkel nesne tasarımlarıyla birlikte yaşamayı bir ezince (eziyete) çevirmiştir. Kafka dinginliği yakalayamamış, erinçsiz, çevreden uzaklaşmış, yapayalnız, mutsuz bir kimsedir. Çocukluğunda babasıyla konuşurken kekelediği bir dönem olmuş. İlk gençlik yıllarında bir süre ciddi özkıyım düşüncelerini de taşımış. Cinsel kimliğini tam bulamamış bir biseksüel. Krause'nin bildirimine göre kadınlara bir ya da iki seksüel yakınlaşması dışında cinsel deneyimi yoktur.
Kafka, yazındaki ününe yabancı gibi; bunun kıvancını yaşayamıyor. Aslında üstün yazarlık yetilerine ve olağanüstü yazarlık kimliğine yabancı. Sanki kendiliğin acı çeken bölümü ile güçlü yazar kimliği birbirlerinden ayrı ve uzaktalar, aralarında bir kaynaşma bir bütünleşme bir bireşim (sentez) olmamış. Kafka, yazar yetilerini sonuna dek kullanmış ama iyi bir yazar olduğuna inanamamış. Hatta kitaplarını, Öncelikle Dava'yı kötü bir ürün olarak değerlendirmiş ve yakılmasını istemiştir. Bu inanmamışlıkta acı çeken mazohistik kendiliği ile yaratıcı kendiliğin bütünleşememesi kadar onun, babasını geçmeyi isteme ve istememe birlikteliği dışavurur. Kafka görünmeyi istemekte, bundan sakınmaktadır; babasını suçlamakta, suçlamadığını vurgulamaktadır; ondan ayrı şmayı istemekte, bir alanda ayrışamamaktadır. Bu yapamazlık, ayrışamazlık, dar bir alanın dışına çıkamazlık preödipal evrenin yani ikili ilişkilerin (diyadik) temel özelliklerindendir. Fonagy , ikiliden üçlüye geçişin ruhsal gelişimde önemli bir yeri olduğunu vurgulamaktadır. Yazarı n görüşüne göre bu geçiş çocuğun kapalı bir dizgeden daha açık bir dizgeye, ikili ilişkilerdeki salt bağımlılıktan, üçlülerdeki göreceli bir bağımlı lığa gidişidir. Fonagy'ye göre bir üçüncünün ikiliye katılmasıyla üçlülük, triangularite, başlar. Çocuğun bu üçüncünün ikili ilişkileri nasıl gözlemlediğini tasarlayabilmesi, üçlü ilişkilerin tanısal bir belirtisidir.
Kafka'nın babasına mektubu , babasını sürekli suçlayan bir monolog özelliğindedir. Bu yapıtında babasıyla konuşur ama aslında kendi kendisiyle konuştuğu sanılır. Babasını suçlar ama kendisini bu suçlanmadan soyutlamaz. Sanki ruhsal yapının belirli bir alanında birbirlerinden ayrışamamış, birbirlerine bağımlı bu iki kişi (baba/ oğul), çıkışı olmayan ikili bir dizgenin tutsağı görüntüsündedir. Bu tutsaklık her ikisinin belli alanda düşünce ve amaç farklılığını, birbirlerinin bireyselliğinin duyumsamasını engellememektedir. Yani Kafka'da ikili ve üçlü ilişkiler birliktedir, preödipalden ödipale geçiş tamamlanmamıştı r. Ruhsal sağaltımda da preödipal ve ödipal evrelerin beraberliğine, iç içeliğine sıkça rastlanmaktadır. Bu kapsamda çocuğun ikili ilişkileri gözlemleyen bir üçüncüyü tasarlayabilmesi, ikililerin tümüyle üçlüye dönüştüğü anlamını da taşımamaktadır . Şöyle yazı yor Kafka babasına: "Bizim birbirimize yabancı lığımızda senin tümüyle suçsuz olduğuna inanıyorum. Ama ben de suçsuzum. Bunlara seni inandırabilseydim, aramızda herhalde yeni bir yaşam başlayamaz, herşey değişmezdi, bunun için ikimiz de oldukça yaşlıyız, ama en azından bir barış sağlanabilirdi; herşey değişmezdi ama senin arkası kesilmeyen suçlamalarının yumuşaması sağlanabilirdi" (Kafka 1995, 1996).
Franz birçok kez babanın suçsuzluğuna inancını yineler. Buna karşın suçlamaların arkası kesilmez. Bu yinelemelerde iki insan vardır; birbirlerini suçlayan, birbirleri için tehlikeli olan, birbirlerinden tam ayrışamamış. Bunu, nişanlısına bir mektubunda şöyle anlatıyor: ''Sana, babama hayran olduğumu söylemiştim. Ama o benim, ben de onun düşmanıyım, bu bizim yapımızda var. Bunları biliyorsun. Babama hayranlığım ondan korkularım kadar şiddetli'' (Kafka 1996, 1999).

Kafka'nın Psikodinamiğinde Annenin Yeri, Güçte Gurur ve Yıkımın Birlikteliği


Kafka'nın dinamiğini anlamak için annenin neden geride kaldığını, babanın neden öncelikli ikili nesne konumuna geçtiği görüntüsünü irdelemek gerekiyor.
Blos'a göre sembiyotik yutucu anneden korkan çocuk, progresif bir atılımla babaya yönelmektedir. Bu görüşü temelde onaylıyor ama ona eklemeler yapma gereği de duyuyorum. Çünkü çocukların yaşadıkları her evrenin, ebeveynlerin kendi çocukluklarındaki aynı evrenin doyurulmamış beklentilerini, işlenememiş çatışmalarını etkinleştirdiklerine inanmaktayım. Baba Kafka'nınsa, torununun ''glı, glı''larından öğrendiğimiz gibi, bebeklere aşırı bir hevesi, onların yakınlığına, oğlunun (Franz) alaylarına neden olacak derecede aşırı bir tutkusu var. Baba bu düzlemde çocuklarından çok şey bekleyen bir kimse ve aynı zamanda bedensel yakınlıklarını ve bedensel sıcaklıklarını da arıyor. İki çocuğunun ölümünden sonra bu beklentilerin daha da arttığı açık. Böylece oğlu ile beden yakınlığı arayışları daha da şiddetlenmiş. Franz'ın doğuşu baba Kafka?nın içindeki preödipal çocuğu, aynı evrenin babada arta kalan sorunlarını, doyurulmamış beklentilerini etkinleştirmiş olabilir. Baba Hermann Kafka'nın, torununun gülücüklerine, onun çağrılarına (glı glı) bağımlı dede Hermann Kafka'dan başka türlü davranacağını, oğlunun sıcaklığını, sevgisini aramayacağını düşünmek olanaksız. Ayrıca mektupta babanın oğlunun doğuşundan mutluluk duyduğu, oğlu ile gurur duyduğu birkaç yerde yinelenmektedir.
Öte yandan anne silikleşmiş, gerilerde kalmış gibi ama bunun doğruluğunu kanıtlamak güç. Bu silikleşmenin ne oranda ensest sorunlarına, bağımlılık sorunlarına, ayrışma sorunlarına, oğlunun doğumu ile alevlenen preödipal/ödipal istemlerine karşı bir savunma olduğunu, daha derin bir katmanda anne ile de preödipal ve ödipal bağların sürdüğünü pek bilmiyoruz. Bildiğimiz, annenin simgelediği ideal baba imgeleri ve iyi oğul imgeleriyle Franz'ın özdeşleştiğidir. Fonagy'ye göre üçlü ilişkilerin gelişimi için annenin doğuştan itibaren simgelediği gerçek baba tasarımları ve annenin babalık kavramının rolü büyüktür. Baba tasarımlarının ve babalık kavramının simgelenmesiyle ilişki alanının genişlemesi ve içsel baba tasarımlarının oluşması için gerekli bir alana bir olanak sağlanmış olur. Fonagy , normal bir gelişim için anne baba ilişkilerinin önemine işaret eder. Ona göre bu ilişkide simgelenen anne-baba tasarımları ve anne baba arasındaki bağlar, ikili ilişkilerin temelini oluştururlar. Baba ve babalık kavramı, ebeveyn ilişkilerinin içselleştirilmesi yoluyla gelişir. En erken çocukluk döneminde başlayan bu süreçlere birincil özdeşimler denir. Bebek Franz'ın simgelenen tümgüçlü baba imgelerinin, simgelenen sözdinler çocuk tasarımlarıyla birincil özdeşimler yaptığı çok açık. Annenin ,bu evin tek bir kralı vardır, o da babandır, hepimiz ona endekslenmek konumundayız ya da iyi çocuk, sevilecek çocuk benim yaptığım gibi babanın dediklerini dinleyen çocuktur, sözdinler çocuktur, sevilen çocuk babaya isyan etmeyen çocuktur vb. iletileri olmuş. Bu iletilerde anne-baba tasarımları, anne baba ilişkileri dışavurmaktadır. Böylece annenin babaya salt bağımlılığı, annenin babanın dediklerinden çıkamayışı, ona uyumu da belirginleşir. Oğul Franz babaya bağımlı, babanın önde geldiği bir anne tasarımını içselleştirmiş. Böyle bir annenin verdiği iletilerin bağımlı çocukta yankılanmaması olanaksızdır. Bebek Franz bu iletileri içselleştirmiş. Sözdinlerlik, bu içselleştirme ile güçlü baba ve sözdinler çocukla özdeşleşme süreçlerini de içeriyor. Sonraları babasına isyanını yaşadığı, başkaldırmak istediği, söz dinlemek istemediği zamanlarda anne araya girmiş, çocuklarını yumuşatıcı birçok yöntem kullanmış. Buradan, annenin tümüyle dışlanmadığı anlaşılıyor. Kafka bunları şöyle anlatıyor mektubunda: (Kafka 1996)
"Annemin bana çok iyi davrandığı doğrudur. Ama bana olan ilişkileri tümüyle sana endekslenmişti, aslında kötüydü. Annem bilincinde olmadan avı güden bir rolü üstlenmişti. Senin terbiye yöntemlerinin beni inatçılığa, isteksizliğe yönlendirdiği, hatta öfkelendirdiği ve böylece kendi ayaklarım üstünde durabileceğim çok ender anlarda annem yumuşaklığı, iyiliği, makul konuşmaları, ricalarıyla (çocukluğumuzdaki karışıklıkta makuliyetin sembolü idi) ortalığı yatıştırır ve beni yeniden senin etki alanına doğru güderdi; o alandan benim ve senin yararına dışına çıkabilecekken".
Bazen de barışmadığımız zamanlarda annem beni senden gizlice koruyormuş gibi yapar, bana gizlice birşeyler verir, yaptıklarıma gizlice göz yumar, sonra ben gene çekingen, görünmekten çekinen halimle suçunu bilen bir dolandırıcı gibi, bir hiç olarak karşında yerimi alırdım. Hiç oluşum, hak ettiklerimi bile dolaylı, arka yollardan almama neden olurdu. Elbette ki ben aynı yoldan hakkım olmadığına inandığım şeyleri de almaya çalışırdım. Buysa benim suçluluk bilincimi daha da artırırdı? (Kafka 1996). Bu son cümlelerinde suçlanma, utanma ve değersizlik duygularının biraradalığı somutlaşırken, aslında üstbenlikle ideal benliğin birbirlerinden ayrışmamışlıkları belirginleşir.
Öte yandan Franz, doğumundan gurur duyan babayla özdeşleşmiş, Babanın güven veren gücüyle de. Baba Kafka torununun (Felix'in) yatırılma seremonisinde belirginleştiği gibi sevgiye aç, gurura susamış, beden yakınlığını arayan ve de çok kolay çocuklaşabilen bir kişi. Koskoca bedeni ve birçok kişiyle (hizmetçi kız, onun ardında babam, onun ardında kayınbiraderim, onun ardında kızkardeşim) küçücük bebeğin peşinde oluşu en azından bunu düşündürüyor. Babanın doğumdan çok sonra algılandığı, anne ile çocuk arasındaki agresyonları absorbe etme gibi işlevleri olduğu görüşlerini göreceleştirmek gerekiyor. Yeni doğmuşların ailenin duygusal ortamındaki değişimleri algılama yetileri içinde baba, yerini çok daha önceleri almış bulunuyor.burda annenin taşıdığı ve ve oğluna simgelediği ''iyi çocuk'', ''ideal baba'' imgeleri kadar babanın ayartılarının, yakınlık arayışlarının (Felix'te olduğu gibi) etkilerini de gözardı etmemek gerekiyor. Baba böylece en erken çocukluk döneminde annenin yerini en azından belli bir alanda almış görünüyor; anne de bunun için elinden geleni yapmış. Babanın gücüyle ayartılarının çekiciliği Franz?ın preödipal evrede, ayrışma süreçlerini yaşamadan bir üst katmana atlamasını sağlamış. Bu ilerleyici süreçte (progresyon) preödipal evrede ayrışma (yas), bağımlılık sorunları, ödipal evrede ise ensest korkularından kurtuluş arayışları vardır.
Ama Franz'ın öfkeli babayı içselleştirme zorunda kalması çok gecikmemiş: Alay eden, kötüleyen, aşağılayan tehlikeli bir gücü olan babayı da içselleştirmiş, güç Franz için hem yapıcı gurur veren hem de yıkıcı korku veren özellikler kazanmış. "Benim bir dostum, amirim, amcam, büyükbabam, hatta kayınpederim olabilseydin çok daha mutlu olurdum. Benim için baba olarak çok güçlü bir kimseydin. Hele erkek kardeşlerimin ölmesi, kızkardeşlerimin geç doğmaları nedeniyle ilk öfkelerine ben katlanmak zorunda kaldım; bunun için de çok güçsüzdüm. Herhalde çocukların, herşeyden önce de ben, seni düşkırıklıklarına uğratmadan, seni durgunlaştırmadan önce neşeli bir insandın. Torunun ve damadından aldığın sıcaklıkla yeniden neşeni kazanmış görünüyorsun, çocukları nın sana veremediği sıcaklığı da'' (Kafka 1996).

22 Aralık 2009 Salı

Kafka, Sinema ve Orson Welles’in Dava’sı... Enver Gülşen


20.yüzyılın ilk yarısında, ama özellikle iki dünya savaşı arasında Avrupa, toplumsal olarak en büyük yıkıntıların yaşandığı, büyük korkuların hâkim olduğu bir yerdir. Ancak bu toplumsal durum, aynı zamanda sanat, edebiyat, felsefe açısından çok verimli bir dönemi de kendi içinden doğurmuştur. Ekspresyonizm, empresyonizm, dadacılık, sürrealizm gibi sanat akımları; varoluşçuluk gibi hem sanatı hem de felsefeyi derinden etkilemiş düşünce akımları, siyasi ve toplumsal modernitenin toplumu, insanı getirdiği uçurum kenarının tasvirine koyulmuş ve sanatta modernizmin de kapılarını açmıştır. Sanattaki modernizmi oluşturan akımlar bu yıkımın, korkunun, umutsuzluğun tasvirini yaparken çok önemli sanatsal ifade biçimleri de ortaya koymuşlardır.
Sinema, modern sanatın doğuşuyla aynı dönemlerde doğduğu için, sinema ile sanatın diğer dalları arasında çift yönlü bir iletişim söz konusu olabilmiştir. Resim, müzik ve edebiyatla sinemanın ilişkisi bu sanat dallarının tümü için yeni ifade biçimleri yaratmaya başlamıştır. Aynı şekilde sinema ile felsefe yapma biçimi de derin şekilde değişmiştir. Kavramsal düşünme yerini yavaş yavaş imgesel düşünmeye bırakmaya başlarken, sinema da imgesel düşünmenin en güçlü aracı olarak yükselmeye başlamıştır.

Bence Kafka romanını da bu yönde düşünebiliriz. Kafka, çağının çürümesine, korkusuna, umutsuzluğuna tercüman olurken, aynı zamanda o döneme kadar roman sanatında görülmemiş bir biçimin de öncü figürlerinden birisi olmuştur. Kafka romanları, klasik, gerçekçi veya romantik romanlardan farklı olarak bulunduğu toplumsal ortamda çaresiz kalmış, edilgen anti-kahramanların cirit attığı; bu yüzden de bu kişilerden çok kafkaesk adını verebileceğimiz ortamın romanın etkinliğine katkı yaptığı romanlardır. Acayip, tekinsiz ve romandaki tasvirlerle tamamen inandırıcı görünmesine rağmen, mantığıyla kâbusları andıran kafkaesk, Kafka romanları için belirleyici ortamı oluşturur. Bu açıdan Kafka romanlarını da imgesel düşünmenin bir ifade biçimi olarak değerlendirmek pek yanlış olmasa gerektir. Kafkaesk bu imgesel düşünmenin yarattığı bir biçim olarak dikkat çeker.

Kafka roman ve hikâyelerinde, aynen rüya veya kâbuslarımızda olduğu gibi, yaşadığımız hayat perspektifinden baktığımızda imkânsız gibi görünen olaylar ve ortamlar, Kafka’nın tasvirlerinin inandırıcılığı sayesinde gerçekmiş gibi anlaşılırlar. Gregor Samsa’nın bir sabah kalktığında kendini kocaman bir hamamböceğine dönüşmüş bulması bizi şaşırtmaz; ama ailesinin vurdumduymazlığı, merhametsizliği hepimizi deli eder! Ya da bir türlü içeri girilemeyen şatolar bizde herhangi bir inandırıcılık zafiyeti yaşatmazlar. Zira Kafka, sinemada çok sonraları Tarkovsky’nin en etkin şekilde yaratacağı rüya dilinin ve bu rüya dili sayesinde oluşturulan “acayip”in 20.yy sanatlarının tümü için öncülerinden birisidir.

Kafka, daha önce kimse tarafından bu derece netlikle tasvir edilememiş olan, gelecek olan büyük bir felaketin habercisi anlamında da öncü bir figürdür. Avrupa’nın, özellikle iki dünya savaşı arasındaki görünümü Kafka eserlerinin merceğinden bakıldığında gelecek olan büyük bir felaketin bütün emarelerini vermektedir. Modernitenin hayatın ve tüm değerlerin ortasında koyduğu insan, Kafka eserlerinde görüldüğü üzere amaçlananın tam tersi şekilde; edilgen, bürokratik mekanizmalarla toplumsal iktidar süreçlerinin bir piyonu haline gelmiş ve aynen Musil’in “Niteliksiz Adam”ı gibi silik kişilikler haline gelerek sadece bireyliğini değil insanlığını da kaybetmiştir. Foucault’un insanın ölümünü ilan etmesinden çok önce, Kafka insanın ölümünü tüm trajikliğiyle bizlere göstermişti aslında. İnsanın ölümü, bürokratik mekanizmaların ve tümel aklın, tikel aklı egemenliği haline alarak yok ettiği bir durumun adı ise Kafka eserleri tam da bunu tasvir eder.

İnsanın ölümünün çok geçmeden nasıl bir trajediye yol açtığını tüm dünya gördü. Milyonlarca insanın toplama kamplarında öldüğü, on milyonlarcasının savaşlarda canını kaybettiği bu çılgınlık halinin ilk sinyallerini veren Kafka, adeta yaklaşan bir felaketi bildiren kâhin gibidir. Kafkaesk, insanın ölümüne yapılan bir ağıt gibidir adeta. Daracık mekânlar, gri-siyah şehir ortamları, hepsi birbirinin aynı olan kocaman binalarda sefalet içinde yaşayan yoksullar ve dışlanmışlar, adeta kâbuslardan çıkmış gibi görünen tekinsiz gölgeler… İnsan, bu kafkaesk ortamın esiri haline gelmiştir. Kendisine emredileni sorgusuz sualsiz yapan insanların, iktidarın üst katmanlarına asla ulaşamadığı Kafka romanlarında, iktidar olgusunun modern zamanlardaki değişimi ve merkezsizleşmesini görebiliriz. Şato’ya hemen bitişiğindeki köyden bile olsa asla ulaşamazsınız; yasa kapısının önünde ömrünüz boyunca bekler ama giremezsiniz; suçunuzun ne olduğunu bilmeden tutuklanmanızı tuhaf karşılamaz ve kısa zamanda siz kendi suçunuzu aramaya başlarsınız…

Ceza Sömürgesi ile yaklaşan Nazi zulmünü haber veren Kafka, Şato ve Dava ile bu ortamın nasıl bir altyapıya sahip olduğunu ve nasıl bir çıkışsızlığı ima ettiğini gösterir. Josef K, ya da K. Artık insan denen varlığın birbirinden ayırt edici özelliği kalmamış ve hepsi bürokratik devlette simgelenen tümel aklın kölesi haline gelmiştir. Varoluşçuluk akımının düşünürleri kabul edilen düşünürler ve sanatçılarla Kafka eserleri arasında birer bir bağ vardır. Varoluşçuluğun ele aldığı bütün konular ve insanlık durumları adeta Kafka eserlerinde ifade bulmuş gibidir. Saçma, kaygı, umutsuzluk, korku…

Kafka romanlarının bir başka özelliği de Deleuze’nin “Kafka: Bir Minör Edebiyat” adlı kitabında belirttiği gibi bir yersiz-yurtsuzluğu ima etmesidir. Kafka Prag’da yaşayan bir Yahudi’dir. Ama o zamanlarda Prag’daki entelektüel dil olan Prag Almancası ile yazar. Kafka bir anlamda bu dilde yazmakla sürgün olduğu bir dile mahkûm olan bir yersiz yurtsuzdur. Almanlar tarafından Alman kabul edilmeyen, Çekler tarafından Çek kabul edilmeyen, Yahudi ritüelleri ve grupları ile ilgisi kısıtlı olduğu için de Yahudi kabul edilmeyen, Almanca yazan Prag’da yaşayan bir Yahudi! Deleuze’ye göre Kafka’yı asıl önemli kılan ve edebiyatını da minör edebiyat yapan şey bu yersiz-yurtsuzlaşmadır. Sürgün olma halidir. Zira sürgünlüğün en büyüklerinden birisi dilde sürgün olmaktır. Minör edebiyat, “öteki”ni anlamak ve ötekiyle ilişki kurmak için de çağımızın en önemli unsurlarındandır.

Kafka romanlarının rüya mantığı ile kurulmuş olması, bu romanları sinematografik hale getirir. Kafkaesk de en kuvvetli şekilde sinematografinin gösterebileceği bir ortamın adıdır. Kafka romanları ve hikâyelerinin sinematografi ile bu tür bir ilişkide olması, sinemada Kafka uyarlamalarının ve Kafka uyarlaması olmasa bile kafkaesk olan sinema filmlerinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Ancak bütün bu sinematografik gücüne rağmen Kafka’nın hak ettiği şekilde uyarlandığı film sayısı çok azdır. Daha çok kafkaeskin sinema diline döndüğü Kafka uyarlaması olmayan filmler sinemada Kafka’yı temsil etmişlerdir denebilir.

Şilili yönetmen Raoul Ruiz’in “Ceza Sömürgesi” uyarlaması, Haneke’nin “Şato”su ve yazının da konusu olan Orson Welles’in “Dava”sı bu uyarlamaların başlıcalarıdır. Haneke’nin Şato filmi, Kafka’nın romanına sadık kalsa da kafkaesk ortam oluşturma ve bunu sinemanın gücüyle oluşturabilme konusunda pek başarılı bir film değildir. Aynı şekilde Ruiz’in Ceza Sömürgesi de Ruiz’in bütün yeteneğine rağmen Kafka’nın hak ettiği bir uyarlama olmaktan uzaktır. Soderbergh’in “Kafka” filmi ise bir taraftan biyografik, diğer taraftan da gevşek bir Şato uyarlaması olarak sözünü etmeye değer bir filmdir.

Kafka uyarlaması olmamakla birlikte Kafka’dan bilerek ya da bilmeyerek etkilenmiş yönetmenler, hatta ülke sinemaları vardır. Özellikle Çek Yeni Dalgası’nın (Jiri Menzel, Milos Forman ve Vera Chitilova gibi yönetmenler) bazı filmleri, ortamlarının kafkaesk olması ve Kafka’nın romanlarındakine benzer bir mizah anlayışına sahip olmalarıyla Kafka ile ilişkili filmlerdir. Yine Macar sinemasının “negatif Tarkovsky’si” Bela Tarr ile başka amaçla da olsa oluşturduğu kafkaesk ortamlarla Tarkovsky filmleri de Kafka ile az ya da çok ilişkili tutulabilirler. Siyasi protestoyu kara mizah, ironi ve kafaesk bir ortamla vermeye çalışan özellikle Gürcü sinemasından Abuladze gibi kimi yönetmenler, yine özellikle Avrupa üçlemesi ile Trier, Kafka’dan etkilenen yönetmenlerden sayılabilir.

Orson Welles birçok sinema yönetmeni ve eleştirmeni tarafından geçmiş geçmiş en büyük yönetmen kabul edilir. Ben, aynı kanaatte olmasam bile, Welles’in önemli bir sinema yönetmeni ve sinemada birçok konuda öncü olabilmiş bir sinema düşünürü olduğunu düşünüyorum. Yine benzer şekilde Welles’in “Yurttaş Kane” filmi sinema tarihinin gelmiş geçmiş en büyük filmi kabul edilir. Bu konuda da aynı kanaatte değilim.

Bana kalırsa Welles’in en iyi filmi, bir Kafka uyarlaması olan 1962 yapımı Dava (Trial) filmidir. Bazı açılardan romanla paralel olmasa da, Kafka’nın romanlarının ruhuna yakınlık açısından en önemli Kafka uyarlaması Welles’in Dava filmidir.

Yurttaş Kane, Belalı Balayı ve Muhteşem Ambersonlar gibi önemli filmleriyle sinema diliyle ilgili birçok imkânı kullanmış olan Orson Welles, sinemada kurgunun önemini vurgulayan bir yönetmendir. Kurgu, Welles’de farklı hayat parçacıklarının ve fragmanların montajıyla bir fikir ve anlatım oluşturmaktır. Kafka’nın romanlarındaki parçalı yapı da Welles’in kurgu anlayışı ile birçok açıdan benzerlik taşıdığı için, Dava filmindeki fragmantasyon ile Kafka’nın romanındaki ilişkiyi kurmak zor olmamıştır. Kafka romanlarındaki parçalı yapı birçok açıdan parçalanmış bir hayatı imlerken, Welles bu parçalanmış hayatı sinemasındaki kurgu yöntemleriyle aktarabilmeyi denemiştir. Genel olarak kurgu sinemasının hakikatle ilişkisini güdük bulsam da, Kafka söz konusu olduğunda Welles’in kurgu anlayışının Kafka ile önemli bir örtüşme imkanı sağladığını düşünüyorum.

Film, Welles’in, Kafka’nın “Dönüşüm” adlı kitabından “Yasanın Önünde” meselinin resimler eşliğinde anlatılmasıyla başlar: “Yasanın kapısında bir kapıcı vardır. Kırlardan bir adam gelerek Yasaya kabul edilmesi için yalvardı. Ama Kapıcı o an izin veremeyeceğini bildirdi. Adam düşündü ve sonra izin alıp alamayacağını sordu. Kapıcı, ‘olabilir, ama şimdi değil’ dedi. Kapı her zaman olduğu gibi açık olduğu için adam eğildi ve içeriye bakmaya çalıştı. Kapıcı gülerek ‘seni çekiyorsa izin vermememe rağmen içeri girmeye çalış. Ama ben çok güçlüyüm ve kapıcıların en önemsiziyim. Her oda girişinde bir kapı vardır ve bir öncekinden çok daha güçlüdür. Üçüncü kapıcı o kadar korkunçtur ki yüzüne bile bakamam’ der. Kapıcı ona bir tabure verir ve oturtur. Adam orada günlerce ve yıllarca oturur ve bekler. Bu yolculuk için gelen adam her şeyini kapıcıya rüşvet vermek için kullanır. Ama kapıcı izin vermez. Kapıcı verilenleri yine de alır ve adama ‘bunları bir şey atlamadığını düşünmen için alıyorum’ der… Adam yaşlanır ve kapıcının kürkünün arkasındaki pirelere bile rüşvet verir. Zamanla görüşü azalır. Ama artık kapının ardında karanlıktan sızan bir ışığı da fark edebiliyordur. Artık çok uzun ömrü kalmamıştır. Artık ölmek üzereydi ve kapıcıya sormadığı bir soru kalmıştı eğilerek sordu: ‘Herkes Yasaya ulaşmaya çalışıyor ama bu uzun yıllar boyunca neden sadece ben yalvardım’. Kapıcı adamın sona yaklaştığını anladı ve adamın duymasını sağlayacak şekilde bağırarak: ‘ Buraya başka birisi kabul edilemez, çünkü bu senin kapın. Şimdi onu kapatıyorum’ dedi“.

Bu giriş kısmının Dava’yı anlamak için bir anahtar olduğunu düşünüyorum. Hayatın ölümle ilişki içerisinde anlam bulabileceği ve Yasa’nın ancak bu şekilde ulaşılabilir olduğu bir anlam! Felsefe insanı ölüme hazırlamaktı bir zamanlar; modern düşünceler ölümü öldürdü ve sonunda yaşamı da öldürdü öyle değil mi? Kafka’nın aşağıda anlamaya çalışacağım bütün yorumlarının ötesinde bir de böyle düşünülmesi gerektiğini düşünüyorum. Yasa, insanın kendi hayatının anlamı olabilir. O anlam da ancak onunla girilecek ilişkinin mahiyetini bilebilmekle kazanılabilir bir şey olabilir. Bu ilişki, edilgin bir şekilde yaşamakla değil, bizzat hayatın kendisini Nietzscheyen bir şekilde onaylama ve farklılığı olumlama ile oluşturulabilir. Hayatın kendisini onaylama, ölümün de hayatın bir gerçeği olduğunu bilmekten geçmiyor mu? Ölümle yüzleşmek, hayatı onaylamak için gerekli şartlardan birisi değil mi?

Josef K. bir sabah tutuklanır. Ama tutuklanması onun işine gidip gelmesini engellemez. Yargılamalar da mesai saatleri dışında yapılacaktır zaten. Kendisine hangi suçtan dolayı tutuklandığı söylenmez. İlk zamanlarda bunun bir saçmalık olduğunu düşünen K. sonraları kendisini savunacak yollar aramaya koyulur.

Dava’nın açık uçlu yapısı, romanı birçok açıdan yorumlama imkânına da haizdir. Bu imkânları gözden geçirmeden önce romanla film arasındaki belirgin farklılıkları anlamakta fayda vardır. Romanda K. kendisinin tutuklanmasına bir direniş göstermez. Bir avukat da tutar. Yargıçlarla ilişki kurabilecek bütün yolları dener. Suçsuzluğunu bilip savunma yapmayı reddetmek yerine, bir kabul söz konusudur burada. Filmde de genel olarak benzer bir durum söz konusudur. Ancak Welles belki de o zamanların yapısını kendi zamanlarından değerlendirmenin etkisiyle bir tür direniş geliştirme niyetindedir adeta. K.’nın edilgen olmasını reddeder ve kınar Welles. Direnmemesini ve suçunu kabullenmesini suçla suçlunun aynı toplumun üyesi olduğunun farkına vardırdığı bir ayniyet içinde sunar. K. direnmemekle suçluluğunu ilan etmiştir aslında! Sonuçta muhbirler de daha üst memurlar olan “dayakçı” tarafından cezalandırılabilmektedir ve bu cezanın sorumlusu da K.’dır bir bakıma. Suçlu ile suçsuz silikleşmiş, toplum aynı suçun faili gibi görülmektedir Welles’de.

K.’nın filmin öldürülme biçimiyle romandaki aynı bölümler farklılıklar arz eder. Romanda K. adeta bir uysal kuzu gibi korkuyla ama hiç direnmeden ölüme giderken; filmde bıçağı kendi aralarında elden ele veren iki celladı “benim yapmamı istiyorsunuz ama yapmayacağım. Siz yapmalısınız!” diye karşılayan ve cellâtlarla dalga geçen bir K. vardır. Romanda K. bir bıçak darbesiyle infaz edilirken, filmde bu infaz K.’yı bıraktıkları çukura atılan bir bomba ile olur.

Peki, K.’nın suçu nedir? Yaklaştığını bildiği halde bir zulme karşı direniş gösterememek midir? Uzlaşmak mıdır? Yoksa K. zaten bütün bu suçlardan suçlu olduğunu farkında mıdır? Adorno, Kafka üzerine yazdığı bir yazıda, K.’yı, suçlu olmadığı halde savunma yapmak istemesi ve dolayısıyla uzlaşması ile suçlar. Welles’in de K. ya karşı tavrı benzerdir. K. bizzat hayatta olmakla her suçun faili midir aynı zamanda?

K.’nın bir türlü ulaşamadığı yüksek mahkeme nedir? İktidarın artık gözden kaybolması ve merkezsizleşmesinin bir alegorisi mi; insan yaşamının “saçmalığı” dolayısıyla yaşamının kontrolünü elinde bulunduramayan insanın trajedisi midir? Filmde bir yerde yüksek mahkemenin nasıl işlediğini kimse bilmez, denir. Bu bilinemeyen süreçlerle modern iktidar yapılarının öngörülemezliği arasında nasıl bir bağ vardır? Yüksek mahkeme bazı yorumlarda anlaşıldığı gibi, bizzat Tanrı mıdır? K. ve tüm insanlık bu tip bir tanrı anlayışıyla biçimlenen bir kaderin edilgen mahkumları mıdırlar?Filmin sonunda intihar etmeyi reddeden K. her şeye rağmen bir direniş göstererek, Camus’un tek gerçeklik olarak yaşamın saçmalığına karşı intihar öğretisine aykırı bir çıkışı gösterir gibidir. Yine filmin sonunda kendisine suçunu kabul et diyen avukat ve rahibe karşı çıkması Nietzsche’nin, dekadansın iki sorumlusu olarak gördüğü Hıristiyan kilisesi ve Batı felsefesine bir karşı çıkışın alegorisi olarak okunabilir mi?

Dava romanı okunduğunda veya Welles’in uyarlaması izlendiğinde karşı karşıya kalınan tüm bu sorular belki de kesin bir cevabı asla verilemeyecek olan sorulardır. Kafka’yı büyük yapan da eserlerinin bu şekilde sorular sorduran açık yapıtlar olmalarıdır. Welles filminde Kafka’nın bu sorularına yeni sorular ve itirazlar ekleyerek önemli bir sanat eserinin uyarlandığı eserle bağının da nasıl olması gerektiğini gözler önüne serer.

Romanda mekânlar sıkışık, küçücük labirentimsi mekânlar iken; filmde bu mekânlar yerini kocaman tekdüze yapılara, içinde kaybolunan devasa labirentlere, binlerce insanın aynı anda aynı şekilde çalıştığı devasa ofislere, önünde küçücük kalınan kapılara ve heykellere bırakır. Welles burada sinemada imgenin ne derece önemli olduğunu bir kez daha gösterir. Zira şekil olarak romanla görülen bu tezat, Welles’in mekânlarının da kafkaesk olduğu gerçeğini gizleyememektedir. Welles kendi imgelemindeki kafkaeskin ruhunu, ortaya koyduğu mekânlarıyla, bambaşka bir yapıda yaratabilmiştir gerçekten de. Kafka’nın romanlarındaki labirentimsi kâbus hali, Welles tarafından başka bir yöntemle ama aynı sonucu verecek şekilde tasarlanabilmiştir. Ayrıca mahkeme önünde bekleyen infaz edilecekler, Welles tarafından Auschwitz’e kesin bir gönderme olarak da okunabilir.

Kafka metinleri birer şiirdirler; çünkü bu metinler neredeyse tamamen imgelerden, alegorilerden ve metaforlardan ibarettirler. Bu anlamda Dava filmi ile Welles de en şiirsel filmini ortaya koymuştur. Romandaki bazı fragmanları aktarırken kullandığı uzun planlar da, kafkaeskin izleyici tarafından daha derinden deneyimlenmesine imkân vermektedir. Zaman zaman romandaki diyalogları aktarmak için kullanılan teatral mizansen ve dramaturji filmin en büyük dezavantajı olarak göze çarpmaktadır. Thomasso Albinoni’nin müziği K.’nın trajedisini zaman zaman bütün derinliğiyle sunabildiği için filmin önemli unsurlarından birisi olarak dikkat çeker.

Kafka’yı nasıl okumalı? A. Ömer Türkeş

YAŞAMI boyunca pek tanınmayan, tüm yazdıklarının imha edilmesini vasiyet ettiği yakın arkadaşı Max Brod’un ‘ihaneti’ sayesinde hikaye ve romanlarıyla bir edebiyat efsanesine dönüşen Franz Kafka, 1883’te, Alman asıllı Yahudi bir tüccarın en büyük oğlu olarak Prag’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Alman okullarında tamamladı. 1901’de Karl Ferdinand Üniversitesi’nin kimya fakültesine kayıt yaptırdıysa da, karar değiştirip önce edebiyat ve sanata yöneldi, en sonunda annesiyle babasının isteğine uyarak hukuk eğitiminde karar kıldı. Üniversite yılları verimliydi Kafka’nın. 1902 yılında tanıştığı Max Brod sayesinde Prag’ın edebiyat çevrelerine açıldı. Nietzsche’den, Darwin’den ve ‘sosyalizm’den etkilendi. Dini inançları olmamakla birlikte, etnik kimliği nedeniyle Yiddiş tiyatro çalışmalarında yer aldı.

1906’da hukuk doktoru olduktan sonra bir yıl mahkeme stajı gördü. 1908 ortalarında Bohemya Krallığı İşçi Kaza Sigortaları Kurumu’na hukuk danışmanı olarak girdi. Yarı zamanlı bu iş sayesinde yazmaya zaman ayırabiliyordu. Sanılanın aksine ne içine kapanıktı ne de sosyal ilişkileri zayıftı. Yürüyüş yapmayı, yüzmeyi ve kürek çekmeyi, dakika dakika planladığı seyahatlere çıkmayı seviyordu. Kadınlarla ilişkisiyse ikircikliydi; bir yandan fahişelere düşkünlük gösterirken diğer yandan tutkulu romantik aşk arayışındaydı. Evliliğe her zaman soğuk bakan Kafka, 1912’de nişanlandığı Felice Bauer’le sıkıntılarla dolu beş yıllık nişanlılık süresinden sonra 1917’de ayrıldı. Bu dönem aynı zamanda Kafka’nın en verimli çağıydı: Bir gecede yazdığı ’Dos Urteil / Yargı’, en önemli yapıtlarından ’Die Venvandlung / Değişim’ ve yarım bıraktığı ’Der Verschollene / Kayıp’ romanı, çocuk ile aile arasındaki çatışmaları konu alan hikayeleriyle tematik bir bütünlük gösterirler. Kafka bu dönem içinde, ’Der Prozess / Dava’ romanını ve ’In der Strafkolonie / Ceza Sömürgesi’ adlı uzun hikayesini de tamamlar.

Felice Bauer ile 1917’deki ayrılığına eş zamanlı olarak yakalandığı verem hastalığının aslının psikolojik olduğuna, evlenmemek için vereme yakalandığına inanıyordu Kafka. Hastalığı sayesinde I. Paylaşım Savaşı’na katılmadı. 1918’e kadar zamanının büyük bir kısmını kırsal bölgelerde geçirdi, sağlığıyla ilgilendi, yaşayış ve kültürlerini bilmediği Doğu Avrupa Yahudilerini incelemeye ve İbranice öğrenmeye başladı. 1919 yılında geçirdiği ağır grip veremini iyice azdırdı. Bu sırada Julie Wohryzek ile kısa süreli bir nişanlılık dönemi geçirmişti. 1922’de emekli edildi; ki bu, onun maddi durumunu olumsuz biçimde etkiledi.

Sağlığı ile birlikte moralinin de iyiden iyiye bozulduğu bu dönemde tanıştığı Çek gazeteci Milena, Kafka’nın hayatında önemli bir yer kapladı. Evli bir kadın olan Milena ile Kafka arasındaki dostluk 1920-1923 yılları arasında mektuplarla sürdü ve Kafka güncelerini Milena’ya bıraktı. Üçüncü romanı ’Dos Schloss / Şato’yu 1922’de yazdı Kafka. ’Sevgili Milena’, çok sonraları -Kafka’nın üçkızkardeşi gibi - hayatını Alman toplama kampında kaybedecekti.

Kafka, aile bağlarından, maddi ve manevi yıkıntılarla yaşadığı Prag’dan 1923’te Berlin’e giderek kurtuldu. Berlin’de Polonyalı Ortodoks bir Yahudi ailesinin kızı Dora Dyment ile tanıştı; ve hep aradığı türden bir aşka kavuştu. Ancak ailesi bir kez daha engel olmaya çalıştı Kafka’ya. Bu kez boyun eğmedi; belki de hayatında ilk kez mutlu ve coşkulu bir ruh hali sergileyen Kafka, Dora ile Berlin’de yaşamaya başladı. Ne var ki hastalığı son safhasındaydı. ’Ein Hungerkünstler / Açlık Cambazı’ adlı hikayesini tamamlarken hastalığı şiddetlenince 1924’te Prag’a döndü. Viyana yakınlarındaki bir sanatoryuma yatırıldı. 3 Haziran’da öldüğünde henüz kırk yaşındaydı. Kafka Prag’da gömüldü.

Hemen hemen bütün eserleri ölümünden sonra Max Brood tarafından yayına hazırlanan Kafka, 1920’lerin sonunda önce Alman edebiyat çevrelerinin ilgisini çekmişti. Ancak 1950’lere gelindiğinde ünü bütün Avrupa’yı kapladı. Kafka’ya gösterilen ilgide dönemin ruhsal ve zihinsel atmosferiyle yazarın temaları arasındaki şaşırtıcı örtüşmenin etkisi inkar edilemez. Yalnızlık, yolunu şaşırmışlık, arayış, saçma yaşamın doğallığı, kalabalıklar, yabancılaşma, kısaca modern bireyin bunalımları ya da kabusları...

İşte bütün bunlarla örülüdür Kafka’nın hikayeleri. Ama büyüklüğü o kabusları hikayeleştirmesinde değil, hikaye ediş tarzında, uslubuyla yarattığı Kafkaesk dünyasındadır. Anlattığı o akıl almaz hikayeleri, en olmadık zamanda yaptığı ayrıntı aktarımları yardımıyla gerçekliğe bağlayan Kafka’nın ironisi, bir şatoyu, bir davayı ve böcekleşmiş bir bedeni, anlamlı metaforlara dönüştürür. Her karakter, her eylem ve her ayrıntı göründüğünden farklı anlamlar yüklenirken Kafka okuyucuya kesin bir şey göstermez, ima eder. Bu imacı yaklaşım, yaşamın başka sunumlarını sorguluyan daha yukarıdan bir sunum olarak işlerlik kazanır ve çok katlı okumalara açılır.

Kafka’nın dünyası çok katlı okumalara öylesine açıktır ki, birbiriyle çatışan görüşlerin hemen hepsine malzeme sağlayabilir. Edebiyat tarihinde metinleri Kafka kadar didiklenen bir başka yazar bulmak zordur. 1950’lerde Lucas, Adorno, Benjamin, Brecht gibi Marksistlerin gerçekçilik üzerine yaptıkları canlı, zengin ve eşsiz tartışmalarda merkezi bir yer tutan Kafka, Varoluşçu yazarlar - özellikle Camus - tarafından da benimsenmiş, çevrildiği dillerin edebiyatlarına yayılan etkileriyle 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vurmuştur. Ancak yaratıcılığının büyüklüğü üzerindeki fikir birliği eserleri üzerindeki yorum farklılıklarını gidermemiş, tersine her geçen gün ortaya atılan yeni yeni yorumlarla bu farklılıklar derinleşmiştir.

Bu durumun günümüz edebiyatının modern yorumlama anlayışıyla da ilişkisi var. Susan Sontag’ın ifade ettiği gibi, ’Modern yorumlama biçeminde metin deşiliyor, deşilirken de yok ediliyor; metnin ‘arkasında’ bir şeyler aranıyor; deşilerek, gerçek olduğuna inanılan alt-metin ortaya çıkarılmaya çalışılıyor. En çok tutulan, en etkili modern öğretiler, Marx’ın ve Freud’un öğretileri, sonunda çok ayrıntılı yorumbilim dizgeleri, saldırgan ve saygısız yorum kuramları olup çıkıyor. Gözle görülebilen tüm görüngüler, Freud’un deyişiyle açık içerik olarak tanımlanıp bir kefeye konuyor. Bu açık içeriğin de, altında yatan gerçek anlamı örtük içeriği bulup çıkarmak için didik didik edilip bir yana atılması gerekiyor. Marx’ta devrim ve savaş gibi toplumsal olaylar, Freud’da bireyin yaşamına ilişkin olaylar (nevroz belirtileri ya da dil sürçmeleri) ve metinler (düşler ya da sanat yapıtları) bunların hepsi yorumlanacak şeyler olarak ele alınıyor. Örneğin Kafka’nın yapıtları en azından üç yorumcu ordusu tarafından kitle talanına uğramıştır. Kafka’da toplumsal alegori bulanlar, yapıtlarında çağdaş bürokrasinin yarattığı sıkıntıların ve çılgınlıkların örneklerini, bunların sonucunda doğan buyurgan devleti görürler. Ruh-çözümleme alegorisi bulanlarsa Kafka’nın, babasına karşı duyduğu umarsız korkunun, hadım edilme endişelerinin, iktidarsızlık duygusunun, düşlere sığınmasının örneklerini görürler. Kafka’nın yapıtlarını dinsel alegori olarak görenler de ‘Şato’daki K.’yı cennete girmeye çalışan biri, ‘Dava’daki Joseph K.’yıysa Tanrı’nın amansız, gizemli adaletiyle yargılanan biri olarak kabul ederler... ’

Yorumlardan hangisinin Kafka’nın metinlerini daha iyi açıkladığını söylemek zor. Çünkü Kafka’nın kendisi de bir çözüme ulaşmamış, gördüğü karabasandan uyanmamıştır. ’Kafka’nın gerçeği, gerçeği görmeyen, düş gören bir insanın gerçeğidir.’ Benjamin’in sözleriyle, Kafka’nın eseri sanki ayrı bir yerde, kendiliğinden oluşmuştur, Kafka’nın kendisi de eserinden ayrı bir yerdedir ki bu, eserlerini bütün ilişkilerden, yazarından bile koparır. Öyleyse Kafka sorununun üstesinden gelebilmek için tutulacak yol ne olabilir? ’En doğrusu, şu soruyu sormalı: ne yapmıştı Kafka? ’

Nedir Kafkaesk?
Bu sorunun yanıtına yaklaşabilmek için önce hikaye ve romanlarıyla başlamak, yani Kafkaesk dünyaya adım atmak gerekir.

Önce çok kısa özetleriyle başlayalım: ’Yargı’ düğünü arifesinde ruhsal açıdan babasına bağımlı olduğunu kabullenmek zorunda kalan ve babasının kendisi için verdiği ölüm kararına isteyerek boyun eğen genç bir adamın; ’Değişim’, bir sabah uyandığında kendisini böcek olarak bulan Gregor Samsa’nın hikayesidir. ’Kayıp / Amerika’nın kahramanı 16 yaşındaki genç Karl Rossmann, hizmetçiyi iğfal ettiği gerekçesiyle ailesi tarafından yollandığı Amerika’da hayata tutunmaya çalışır. ’Dava’nın konusu hiçbir neden gösterilmeksizin dava edilmek üzere tutuklanan banka memuru Joseph K.’nın suçsuzluğunu umutsuzca kanıtlama çabasıdır. ’Ceza Sömürgesi’nde bir bilim adamı, kendisine ne gibi suçlar yüklediğini anlatan darbelerle yaralana yaralana korkunç bir biçimde öldürülür. ’Bir Akademiye Rapor’ yavaş yavaş insana dönüşen bir maymunun ağzından aktarılır. ’Şato’da K. adlı adam arazi ölçüm işleri için çağrıldığı şatonun sahibine ulaşmak çabasıyla geçirir günlerini...

İşte Kafkaesk’i oluşturan hikaye ve romanlar bunlar... Peki nedir Kafkaesk?

Milan Kundera, ’Roman Sanatı’ adlı kitabında dört belirleyici nitelik saptamış. Kundera’ya göre Kafkaesk’in ilk niteliği şu: ’[Kişiler] kurtulamadıkları ve anlayamadıkları tek ve dev bir labirentsi kurumdan başka bir şey olmayan bir dünyadadırlar’. İkincisi; ’[Kişiler] için olası başka hiçbir dünya olmadığına göre onların bütün varlığı bir hatadan ibarettir’. Üçüncüsü; ’Cezalandırılan cezanın nedenini bilmez. Cezanın saçmalığı öylesine katlanılmazdır ki, suçlanan kişi huzura kavuşabilmek için cezasına bir doğrulama bulmak ister: Ceza suçu arar’. Ve dördüncüsü; ’Kafkaesk dünyada komik trajiği güçlendirmek için değil, onu anlamsız kılmak için kullanılmıştır’.

Kafka’nın hikaye ve romanlarını incelemek için iyi bir izlek sunmuş Kundera. Gerçekten de ’Değişim’, ’Amerika’, ’Dava’ ve ’Şato’da karşımıza çıkan kahramanlar hep aynı labirentlerle, aynı anlam yitimleri, anlamsız suçlamalar ve cezalarla karşılaşırlar. Kafka’nın Türkiye’de popülerlik kazanmış metinlerinde ’Değişim’, ’Dava’ ve ’Şato’da kolaylıkla izlenen bu özellikleri, bugünlerde iki farklı yayınevi tarafından basılan ve daha az bilinen ’Amerika/Kayıp’ romanı üzerinden incelemekte fayda var.

’Kayıp’(Amerika) romanı şu cümlelerle açılır: ’Hizmetçi bir kız tarafından baştan çıkarılıp kendisinden bir çocuk peydahladığı için yoksul ailesi tarafından Amerika’ya gönderilen on altı yaşındaki Karl Rossmann, hızını kesmiş gemiyle New York limanına girdiği bir sırada, uzun süredir izlediği Özgürlük Anıtı’nı aniden güçlenen bir güneş ışığı altında gördü. Anıtın kılıcı tutan kolu daha bir yükselir gibi oldu şimdi; bedeninin çevresinde ise rüzgarlar özgürce esiyordu.’

İlk bakışta hiçbir alaycılık taşımayan bu ifadeler Kafka’nın ironik anlatımının karakteristiğidir. Çünkü, ilerleyen sayfalarda Karl’ın bedeninin çevresinde özgürce esen rüzgarlarla Karl’ın Amerika’da sürdürdüğü boyun eğmiş, bağımlı hayat tam bir zıtlık yaratacaktır. Elbette yazar da bu zıtlığı bilmektedir, ama yergisinin kılıcını keskinleştirmek için bilmezden gelmiştir. Yaşanan olaylar kendi içlerinde öylesine mantıklıdır ki; bu mantık içinde tüm dünyayı hem komik hem anlamsız hem de acımasız kılarlar. Hikayeyi üçüncü tekil şahsın ağzından anlatan Kafka, olayları, durumları, kişileri ve diyalogları sanki kendi sözü yokmuşçasına aradan çekilerek dillendirir. Öyle ki Karl Rossmann’ın karşılaştığı olaylar aslında onun algı ve yorumlarını sürekli dışlayacak, genç adamın saçma sapan, önemsiz durumlar karşısında takındığı ciddi tavır bir durum komedisine dönüşecektir.

Yeni ayak bastığı New York’ta tesadüfen karşısına çıkan senatör dayısı sayesinde bir anda talih kuşu konmuştur Karl’ın başına. Yüzlerce odalı saray yavrularında, parıltılı eşyalar arasında, zenginliğin alemet-i farikası sayılan aktivitelerle geçen günler çok çabuk tükenecek, dayısı tarafından nedensizce suçlanan Karl, bir anda kendisini Amerika’ya özgü dipsiz yoksulluk içerisinde bulacaktır.

Kafka’nın absürd/saçma mizah anlayışı Karl Rossmann kimliğiyle bürünür ete kemiğe. Diğer romanlarında olduğu gibi, Karl da zayıflık, itilmişlik, güçsüzlük ve çaresizlikle malüldür. Ama o bu malüllükten etkilenmez. Tıpkı Dublin sokaklarında bir ileri bir geri dolanan ’Ulysses’in kahramanı Bloom gibi o da yeni bir sanat öğrenmektedir: Görmek ve görmemek.

Karl görür ve gözler, ama merceğine takılanlarla duygu ve düşünceleri arasına bir sınır çekmiştir. Her şeyi fark eder, ancak hiçbir şeye yoğunlaşmaz, hiçbir şeyden kırılmaz, hiçbir şeyi kötüye yormaz. Öyle ki zenginlikten yoksulluğa savruluşu bile büyük bir etki yaratmayacaktır üzerinde. Düştüğü en zor, en acımasız koşullarda kendi yolunu bulmasını, dış dünyayla iç dünyası arasına bir mesafe koymasını, durumdan ‘yararlı’ dersler almasını bilir; ’Kafka metinlerindeki tutunamayan tip, sırf tutunamadığı için güçlü kalmış gibidir.’ Bu, büyük kentlerin ve kalabalıkların, dış dünyanın etkilerinden kaçmanın yegane yoludur; bir eksiklik veya yokluk olmaktan çok, kişinin kendisini korumasını sağlayan etkin bir araçtır .

Karl’ın Amerika’sı, Kafka’nın Amerika’sıdır. Kahramanının kendisini korumayı becerdiği metropol kalabalığı, Kafka’nın kabusudur. Karıncalar imparatorluğunu hatırlatan New York şehri ’dolaylı ilişkilerin uçsuz bucaksız labirentini, modern yaşama biçimlerinin getirdiği bölünmeleri, karmaşık, karşılıklı bağımlılıkları dile getirmesiyle’ Kafka’yı yıldırmıştır. Romanın pek çok bölümünde görmediği ama tahayyül ettiği metropolden manzaraları aktarır. Bir alıntıyla örnekleyelim:

’Karl’ın memleketinde böyle bir yerden bütün manzara ayaklar altında olabilecekken, buradan görüne görüne adeta tepeleri budanmış iki sıra halindeki binaların arasından dümdüz, bu nedenle de kaçarcasına, yoğun sisler içinde bir katedralin müthiş siluetinin yükseldiği uzaklara doğru uzanan bir yol görülebiliyordu. Sabah olduğu kadar akşam ve de gece görünen düşlerde yoğun bir trafik akıyordu bu yoldan; yukarıdan bakıldığında, sanki sil baştan, çarpılmış insan yüzleriyle her türden araba çatısından bir karışım oluşuyor ve bundan da, gürültü, toz ve kokularından, kat kat çoğalan vahşi, yeni bir karışım yükseliyor, bunların tümüne de, nesne kalabalıklarından durmadan saçılan, alıp taşınan ve yeniden yeniden getirilen güçlü bir ışık egemen olup nüfuz ediyordu; bu, büyülenmiş gözlere öyle bedensel bir şeymiş gibi görünüyordu ki, sanki sokağın üstünde her şeyi kaplayan bir camın her seferinde yeniden, olanca gücüyle parçalanacağı izlenimi veriyordu.’

Kalabalıklar içinde yalnızlaşmanın ve yabancılaşmanın dehşeti kadar aile kurumunun toplumsal iktidarın yapıtaşı olduğunu da fark etmişti Kafka: 1912 yılında yazdığı ’Yargı’ ve ’Değişim’ hikayeleri gibi ’Amerika’ romanında da birey- toplum çatışmasını aile kurumu etrafında işlemiştir. Bu noktada yazarın kendi tarihine, babasının baskıcı kişiliğine ve mutsuz ailesine birebir karşılık gelecek motifler bulunabilir. Ne var ki edebiyat aracılığıyla başka bir gerçeklik düzleminde yeniden inşa ettiği Kafkaesk dünya, yazarın biyografisine indirgenemez. Kafka’nın kahramanlarının ellerinde olmadan gelişen, onların sadece yüzleşmek zorunda kaldıkları olaylar aslında modern insanın yaşamak zorunda kaldıklarına dair güçlü eğretilemelerdir. Kendi özel dünyasının nevrotik olup olmadığının hiçbir önemi yok, önemli olan onun modern çağ nevrozlarının anlatıcısı olması, bireyin nevrozlarını hepimize ait olan bugünün dünyasının nevrozları haline getirmesidir.

’Bir insanın özgünlüğü ne kadar büyükse, o insan boğuntu karşısında o kadar çaresiz kalır,’ demişti Kierkegaard. Kafka bu özgünlükten fazlasıyla nasibini almıştı; Lucas’ın ifadesiyle ’gözü dönmüş ve ürkütücü bir boğuntu karşısında ne yapacağını bilemeyen modern bireyin / yazarın klasik örneğiydi’ o. Çaresiz kaldığı boğuntuyu ve onun hem tamamlayıcı bir parçası hem de nedeni olan bölünmüş karanlık dünyayı herkesten daha fazla içinde duyumsayarak yansıttı; ’Bu dünyanın, insanı irkilten yanı korkunçluğu değil, olağan görünüşüdür’. Kafka benzersizliğini, bu temel yaşantıyı iletecek dolaysız ve yalın bir anlatım yolu bulmuş olmasına borçludur.

Franz Kafka: ‘ Bir Şeyden Yoksun... ’ Bir Yüzyılın Alınyazısı

Hayatını, birbiri ardına geçen gün doğumlarını gün batımlarına ekleye ekleye adeta bir mecburiyetmiş gibi yaşayan bir insan için, dünya kesinlikle tahammül edilemez bir yer olur. Böylesi bir dünyada böylesine mecbur edilmiş bir yaşamı sürdürebilmek ise hiç kuşkusuz hem dünyayı hem de yaşamı kişisel bir mesele haline getirir ve insan varlığı er yada geç gitmekle kalmak arasında salınan bir inadın cenderesine sıkışıp kalır…

Bununla beraber dünyasıyla mecburiyetinin o gayrimeşru beraberliğinden doğurduğu inadı ne kadar güçlü olursa olsun fazlaca bir işe yaramaz ve insan ne anasına ne de babasına hayrı dokunmayan yabanıl bir evlat gibi büyüyen bu inatla, başından sonuna kadar gitmek zorunda olduğu hayat çizgisi üzerinde öyle bir noktaya gelir ki, anlamla anlamsızlığın birbirine değdiği bu noktada ise bir anda bütün geriye dönüş umutları tek tek silinir ve kanarlarına çarpıla çarpıla yaşanan dünyanın karanlık odalarında yönünü şaşırmış, çaresiz ve sessiz bir çığlık yankılanır…

‘…Dünyanın acılarından uzak tutabilirsin kendini, böyle yapmakta özgürsün ve senin doğana kalmıştır bu, ama kaçınabileceğin bir acı var ise, işte buda belki bu uzak tutuştur…’
Aslında ulaşılmak istendiği kadar da ulaşılmaması gerekene doğru güçsüz adımlarla yola çıkan bir insanın çığlığıdır bu…
Oysa yolculuk başlamış, geri dönüşü olmayan o meşum noktaya kadar gelinmiş ve gereklilik çemberi tamamlanmıştır.
Öyle doğduğu yada öyle olduğundan olsa gerek, bu insan için artık ne kadar yuvarlatılırsa yuvarlatılsın tamamen kişisel ve köşeli bir dünya söz konusudur.
Kendi ‘Yargı’sını kendisi yapan ama ‘Dava’sını başkalarının yürüttüğü bu adam için bu köşeli dünyanın öteki adı ise ‘Çöl’ dür artık ve kırk yıldır kıvrana kıvrana yaşanan ve gidilemeyesi ‘Kenan’ a varmak için terk edilmesi gereken son topraktır belki de…
Sorun ise sadece ‘Çöl’de yada dile düşen bu çöle içkin acı da değil, dışarıda da bir ‘Kenan’ın olmayışındadır…
Kenarları aşı(n/l)arak dışına çıkılan bu çöl’ün öte tarafında da kala kala sadece bir çöl anlatısı kalmıştır, ki; belki de asıl ‘Kenan’ şeytana hizmetin bedeli olarak, zoraki yaşamdan çalınıp ateşler içinde dile gelen bu yazınsal uğraşın ta kendisidir…

I

İnsan yaşamının ve doğal olanın sanat yapıtının kurgusal gerçeğine dönüştüğü karmaşık anlatısında insana, en ince ayrıntısına kadar ışıklandırılmış fakat içinde yer aldıkları bağlamı karanlıkta bırakan bir dizi resim sunar Kafka.
Sanki de yaşadığı dünya ile kurgusal evreni arasında bir köprü kurmak istemiş gibidir. Bu yüzden de yapıtını ne sadece bir roman, ne sadece bir destan nede eğretilemelerle dolu soyut bir çabanın ürünü olarak değerlendirmek pek kolay değildir.
Herkesin nasıl olupta hissedemediği bir gerçeği görmüş, bunu açık etmek için de ‘…çünkü sana yoksunu olduğun şeyi değil, bir şeyin yoksunu olduğunu göstermek istiyorum…’ diyerek kendine ve yazma eylemine özgün ve tehlikeli bir ihbarcılık kazandırmıştır.
Bunun içinde yaşamaya mecbur edildiği dünyaya benzeyen bir başka dünya yaratmış ve miadının ne zaman dolacağı kestirilemeyen bir zamanın başlıca özelliği durumundaki metafizik duyganlığın tüm inceliklerini de bu dünyaya doldurmuştur.
Kafka’nın gizlendiği gerçek ve tahammülü zor dünyanın cana batan coğrafyasındaki çok sayıda görüntüden oluşturduğu bu kurgusal dünya ise gözlemlenebilir gerçeklikten – asla arkaik yada sonrasız olmayan ama en ileri ölçüde de modern ve anımsanabilir- bir gerçeklikten kaynaklanan sahih bir şiir gibidir…

II

İnsanın elinden kayıp giden ve başına buyruk devinimlerle değişen nesnelerin dünyasıdır Kafka’nın dünyası. Ve bu dünya üzerinde Kafka için belirleyici olan, yoğun görüntü ile özenle betimlenmiş arıntıdan oluşma bir bütün yada insana yazının hışırtılarını algılatan, yoğunlaştırılmış bir düzyazının benzeştiği nesnel ve sezgisel gerçekliğin dolayımsız bir algılanışı, nesneleşen gerçeğin cansız bir araca dönüşmesi ve her iki dünyada da olup biten herşeyin nesne kalıbında donup katılaşmasının açık seçikliğidir.
Adsız ve basamaklı bir dünyadır Kafka’nın dünyası. Ne anlamsız nede saçmadır, yapıtında anlamsız ve saçma olan ise insanın böylesi bir dünyada benliğini yitirerek ‘şey’ kişiliksiz ve garip bir ‘şey’ haline gelmesidir. Birey sonu belirsiz bir savaşımda yenik düşmüş, içinde tikel ve genel bir sorunun acıyla yer aldığı bir toplumu göğüslemiş ve beyhude yere bu toplum içerisinde kendisine bir yer bulup, onu anlamlı bütünlüğü içerisinde yakalamaya çalışmıştır.
Anlamsızlığın Kafka’nın dünyasındaki yeri anlaşılamazlıkla belirlenmiştir
Bu anlaşılamazlıktır ki, ‘Amerika’ dan ‘Dava’ya kadar bütün yapıtının ve asıl derinliği barındıran hikayelerinin anlamıdır aynı zamanda…

III

Kafka’dan önce çoğunlukla bütün boyutlarıyla insan yaşamı, gündelik hayat ve bu hayatla bağlantılı kişiler, kurumlar ve ilişkiler insanın insanla ve toplumla arasında çıkan çatışmaların baş gösterdiği birer olgu olarak ele alınmalarına rağmen Kafka’da bu kişi, toplum ve kurumlar kendi içkinliklerine uygun birer mekanizma gibidir…
Bu mekanizma içerisinde süregelen kalıp davranışlar, kurallar ve yasalarda koyu bir bilinemezliğin gizleriyle sarılıdır. Bilinmeyenin arayışına dönük bir çabanın serimlendiği Kafka’nın bütün eserlerinde kahramanlarının gerçekliği de bu yüzden tartışmalıdır. Kahramanlarını yaşamsal gerçeklik içerisinde adeta ezim ezim ezildikleri halde hiçbir şey anlamadıkları koskoca bir dünya da karakterize eden Kafka bazen de onları gülünç hallere sokarak hem insanlar karşısındaki sorumluluğunu hem de metafizik sorumluluğunu derinden duyan, yaşadığı dünyaya karşı kayıtsız kalmakla kendini kabahatli hale getiren bir doğuştan suçlu ruh’un – büyük ölçüde de kendi ruhunun – savaşını anlatmaktadır.
Kuralları baştan belirlenmiş bir dünya ve yaşam karşısında dondurucu bir ürperişle gerçekleşen bu savaş onun bu katılaşmış dünyanın kasvetli koridorlarında belli belirsiz dolaştırdığı ironik tavrıyla şekillenen ve konuya bağlı olamayan bir neşeyi de içerir.
Daha çok kullandığı kelimelerin apaçık ve pırıl pırıl pırıldamasından kaynaklanan bu neşe de çoğunlukla üzgün ve istihza dolu bir gülümsemeye benzer.
Max Brod’un üzgün bir kalple neşeli bir zihne sahip olduğunu söylediği Kafka bütün bu halleriyle de sanki de iyilik, merhamet, şefkat gibi duyguları acı bir alayla çarpıştırarak biraz da ‘Pascal’lık yapar
İnsanı buruk bir gülümsemenin karanlık ve dönüşü yok labirentlerine götüren bu ironi onun acıklı ile gülünç olanı ustaca birleştirebilen bir başka yönünü de ortaya koyar böylelikle. Yinede onun bu yönü, Deleuze-Guattari’nin şizoanalizi edebiyata uyguladıkları çalışmalarında söyledikleri gibi Kafka’yı epey politik ve bir o kadar da neşeli bir yazar olarak tanımlamaya yetmez. Aksine onun neşesi ‘sosyal makina’nın tekerlerini ve frenlerini kabaca tamir edip, onu aşırı derecede yükleyen bir deneycinin neşesinden çok tekerleri belirsiz bir yöne döndürülmüş ve onun istenci dışında hareket ettirildikten sonra sonra da aniden frenlenmiş bir ‘sosyal makina’ karşısında yüce bir üslup sahibinin dile getirdiği türden bir neşedir.Karanlık ve buz gibi bir neşe…

IV

Vücutları şanlı şerefli ölümlerle ortadan kaldırılsa da, ruhları zafere erişen tragedya kahramanlarının aksine Kafka’nın kahramanları ne vücutlarını nede ruhlarını huzura kavuşturamazlar hiçbir zaman. Hepsi zavallı bir görünüme sahip olan bu alelade insanlar alınyazılarının korkutucu ve şaşırtıcı başkalığı ve ifrat derecesindeki uysallıklarıyla da her nasıl olursa bayağılıktan kurtulabilirler.
Sanki de acıklı ve bilinmeyen bir evrende yaşayan bu başka adamlar tıpkı Bataille’in söylediği gibi ‘yenilen fakat bu yenilgileriyle anlam kazanan’ bir kader le önlerine çıkan bütün bir dünya da alınlarını vura vura yerleşmeye ve anlamsızlaşan bu dünya içerisinde bir uçuş hattı, bir kaçış çizgisi yada bir sızıntı noktası bulmak için en düşük dayanıklılık çizgisinde dururlar…
Prensleri sahneye koyan tragedyada her şey en büyük kötülük hatta ölüm bile soylu iken, Kafka’da böyle bir soyluluğa rastlanmaz. Onun asıl yaptığı bayağı insanların yaşamak, göğüslemek ve yerleşmek zorunda kaldıkları bir dünya da, görülmeye, ilgilenmeye, düşünmeye değer bulunmayan yaşamsal katmanların ve bu katmanların derinliklerinde kımıldayan insanlığın genel halinin zeka açısından gülünç kalp açısından da acıklı taraflarını göstermektir…

V

‘Yazın uğraşı üstünde yoğunlaşmak için en uygun zaman, bencil ve hesapçı ilkenin aşırı güçlendiği zamandır. Çünkü böyle zamanlarda dış yaşamın nesnelerinde bir yığılma gerçekleşir ve bu yığılma, nesneleri insanın doğal yasaların egemenliği altına alabilme yeteneğini aşar.’ Diyor E.Fischer.
Kafka işte tam da böyle bir durumu, nesnelerin insana hayret veren gücünü, insan varlığının nesneleşmiş, yabancılaşmış bir dış dünya ve kendi derinlikleri içine sürülmüş bir ego biçiminde iki parçaya ayrılışını korku ve dehşet içinde yaşadı.
‘Dış saat ile iç saat birbirini tutmuyor’ der Kafka. ‘Dıştaki saat duraklamalarla kendi alışılmış yörüngesinde ilerliyor, iki farklı dünyanın birbirinden ayrılmasından başka ne olabilir ki, ve bunlar ayrılıyor yada birbirinde korkunç bir biçimde kopuyor…’
Yaşadığı hayatın ona sunduğu her şeye karşı yoğun bir memnuniyetsizlik besleyen, henüz memnunken bile memnun olmamayı dileyen ve zamanın ve geleceğin ulaşabileceği bütün olanaklarına başvurarak kendini büyük bir umutsuzluğun kucağına sürükleyen Kafka’nın yapıtı, birbirinden kopan bu iki dünyayı birbirinin önüne açarak gösterebilme çabasıyla da her iki dünya için tam kopma noktasında koparılan bir çığlık gibidir…
Daha 1910 yılında bir dehşetli gözlemden; ‘…gezegenlere doğrultulan teleskopları andıran bir gözlemden…’ söz eder Kafka. İnsanın kendisine yönelttiği böyle bir gözlem karşısında ise ego kendisini hemen hiç bulamaz, ancak kaybeder.
İşte Kafka’nın ‘Şato’dan ‘Dava’ya, ‘Amerika’dan ‘Değişim’e kadar ‘Şeytan’a Hizmet’ olarak değerlendirdiği yazınsal serüveninin özü, bu yitirilişin sonucunda bir alınyazısı olarak insana sunulan dünyayı ve bu dünyayı insanın elinden alarak ona yabancılaştıran bütün olguları anlama ve açıklama çabasıdır…
Fakat yinede bu çaba onun küçük adamının alabildiğine acımasız ve anlamsız bir dünyanın tam ortasında gerçekleştirdiği bir çabadır…
Bu yüzden de onun eseri, Pascal’ın ‘…Bu sonsuz uzayların sesizliği beni dehşete düşürüyor…’ sözüne tamda uygun düşer. ‘İnsan’ der Pascal ‘…kendi mertebesi neresidir, bilmez. Besbelli ki yolunu şaşırmıştır. Düştüğü yeri karanlıklar içerisinde arar durur, ama nafile arar, bulamaz…’
Evet nafile bir arayışın zavallı kahramanları ve onların alınyazısıdır sanki de Kafka’nın yapıtı.
Yoksa Garaudy’nin söylediği gibi, onda İsrail’in son peygamberini arayan dinbilimcilerden, onu kemirici bir karamsarlık içinde yıkılmaya yüz tutmuş bir küçük burjuva ve az çok bir asi olarak gören Marksistlere, Sisyphe’nin akıl almaz çabasına yakın gören varoluşçulardan, Heideger’den apartma bunaltılı varsayımlara, çağdaş Oedipus’ a benzetenlere ve hatta onda bir ince hastalık’ın etkilerini arayan doktorlara kadar çeşitlenen bir yorum bolluğunun indirgemeci yaklaşımlarıyla anlamak mümkün değildir Kafka’yı…
Çünkü bir ölçüde bütün bunları da içermekle beraber, yeryüzünün ve gökyüzünün içinde tek bir dünyayı oluşturduğu özgün bir yaşamın imgesidir Kafka’nın yapıtı.
Belki de bütün sınırları zorlayarak kurduğu bu imgesel bütünle, değiştirilmiş ve dönüştürülmüş dilinin farkına varan bir garip ‘Babil Adamı’dır Kafka…

Ve onun eseri de bir bakıma, kendi alnına yazdığı 20.yüzyılın alınyazısı gibidir…

Kaynakça

•K.Wagenbach/Özyaşamöyküsü/ K.Şipal / Cem Yay.
•R. Garaudy /Picasso,S.J.Perse,Kafka/M.H.Doğan/ Payel Yay.
•M.Kundera/Roman Sanatı/ A.Bora/Can Yay.
•E.Fischer/Kafka/ A.Cemal/Kavram Yay.
•Deleuze/Guattari/Minör Bir Edebiyat/Ö.Uçkan,I.Ergüden/YKY
•M.Brod/Kafka’da İnanç…/K.Şipal/ Cem Yay.
•G.Janouch/Kafka ile Konuşmalar/K.Şipal/Cem Yay.
•M.Sperber/Parçalanmış Gerçeklik/ A.Cemal/ Can Yay.
•J.L.Borges/Kafka / Akbaba/K.Şipal, A.K.Bayram Dost Kitabevi
•A.Manguel/Okumanın Tarihi/ F.Elioğlu/YKY
•D.Pearce/Kafka ve Dante/ E.Gürol/Cep Dergi(5)Varlık
•M.Blanchot/Yazınsal Uzam / S.Ü.Kasar/YKY
•E.Canetti/Öbür Dava/K.Şipal/Cem Yay.
•H.Hesse/Kafka: Yalnız Bir…/A.Cemal/ Kitaplık (9) YKY
•B.Schultz/Kafkanın Davasına… /E. Özdoğan/Kitaplık (53) YKY
•F.Kafka/Mavi Oktav Defterleri/O.Çakmakçı/Bordo-Siyah
•F.Kafka/Aforizmalar/O.Çakmakçı /Bordo-Siyah

Günah, Istırap Ve Acı Çekmek Üzerine

1.
Doğru yol gergin bir ip boyunca gider; yükseğe değil de, hemen yerin üzerine gerilmiştir bu ip. Üzerinde yürünmek değil de, insanı çelmelemek içindir sanki.

3.
İnsanın belli başlı iki günahı vardır, öbürleri bunlardan çıkar: sabırsızlık ve tembellik. Sabırsız oldukları için Cennet'ten kovuldular, tembelliklerinden geri dönemiyorlar. Ama belki de belli başlı sadece bir günahları var: Sabırsızlık. Sabırsızlıklarından ötürü kovulmuşlardı, sabırsızlıklarından ötürü geri dönemiyorlar.

6.
İnsanoğlunun gelişiminin kesin sonuca ulaşacağı an, sürekli yinelenip durur. Devrimci düşünsel hareketlerin geçmiş bütün her şeyin geçersiz olduğunu ilan etmeleri bunun için doğrudur, henüz hiçbir şey olup bitmemiştir çünkü.

7.
Kötü'nün elindeki en ayartıcı silah, savaşa çağrıdır. Kadınlarla yapılan savaşa benzer, ki sonu yatakta biter.

8./9.
Pis kokulu bir kancık, sayısız yavrunun üreticisi, daha şimdiden yer yer çürüyen, gerçi çocukluğumda benim her şeyimdi, her zaman sadakatle peşimden gelir, tekmeleyemem ama, onun yerine kendimi adım adım geri çekerim, nefesinin kokusuna bile tahammül edemem; yine de aksini yapmaya karar vermediğim sürece, belli belirsiz bir karaltı halinde büyüdüğünü gördüğüm köşeye doğru sürüklüyor beni; tamamen parçalara ayrışıyor, üstüme abanıyor ve benimle birlikte, kurtlanmış ve irinli dili -bir
onur mu bu benim için?- elimin üstünde, benimle son buluyor.

20.
Leoparlar tapınağa saldırıp kutsanmış şarapları içiyorlar; bu sürekli yineleniyor; ve sonunda önceden kestirilebilir bir nitelik kazanıyor ve ayinin bir parçası geliyor.

23.
Gerçek düşmandan sınırsız bir cesaret akar içinize.

29.
Kötü'ye kapıları açmaya seni iten art niyetler senin değil Kötü'nündür.

33.
Din fedaileri bedeni küçümsemez, çarmıha gererek yüceltirler onu; bu açıdan düşmanlarıyla aynı görüştedirler.

36.
Önceleri sorularıma neden cevap alamadığımı anlayamıyordum, şimdiyse soru sorabileceğime nasıl inandığımı anlayamıyorum. Ama gerçekte inanmıyordum ki, soruyordum sadece.

39b.
Sonsuzdur yol, ne kısaltacak ne de eklenecek bir şey vardır, ama yine de herkes kendi çocuksu karışını tutar yolun üstüne. "Gerçekten de bu bir karışlık yolu gitmen gerekir, bu senden esirgenmez."

42.
Tiksinti ve nefret dolu bir başı öne eğmek.

43.
Av köpekleri henüz avluda oynaşıyor, ama avları, daha şimdiden ormanda ne kadar hızlı koşarlarsa koşsunlar, ellerinden kurtulamayacaklar.

44.
Bu dünya için koşumlarını takınman gülünç.

58.
İnsan ancak olabildiğince az yalan söylediğinde olabildiğince az yalan söylemiş olur; yoksa olabildiğince az yalan söyleme fırsatı bulduğunda
değil.

73.
Kendi sofrasından düşen kırıntılar yiyor; bir süre için öbürlerinden daha tok hissediyor kendini, ama sofradan nasıl yenilir bunu unutuyor; ancak artık geride yenecek kırıntı da kalmıyor.

79.
Şehvani sevgi ilahi gözlerimizi kapar; kendi başına yapamaz bunu, ama bilmeden içinde ilahi aşktan bir parça taşıdığından yapabilir.

80.
Gerçek bölünemez, bu yüzden kendini tanıyamaz; her kim onu tanımak isterse bir yalan olmak zorundadır.

Mavi Oktav Defterleri'nden...

İki elim aralarında kavgaya giriştiler. Okuduğum kitabı kapayıp araya girmesin diye bir yana ittiler. Sonra beni selamlayıp kavgalarına hakem tayin ettiler. Hiç zaman yitirmeksizin parmaklarını birbirlerine dolayıp masanın kenarında bir koşuşturmaca tutturdular, bir biri, bir diğeri öne geçerek masa boyunca birkaç kez gidip geldiler. Gözlerimi onlardan ayıramadım. Onlar benim ellerim olduğuna göre taraf tutmamalıydım, yanlış bir kararla başıma kim bilir ne belalar sarardım. Yani, görevim hiç kolay değildi, avuçlarımın arasındaki karanlık bölgede gözlerimden kaçmaması gereken hilelere başvuruyorlardı. Ben de çenemi masaya dayamış, gözümden tek bir şeyin kaçmaması için dikkat kesilmiştim.

O güne dek sol elime karşı kötü bir düşüncem olmamasına rağmen, hep sağ elimden yana olmuştum. Sol elim durumu yüzüme vurarak itiraz etseydi, bu kötüye kullanılabilir duruma derhal son verirdim. Fakat sol elimden en ufak bir sızıldanma dahi işitmedim. Örneğin sağ elim sokakta selam vermek için şapkamı kaldırırken sol elim kalçamda ürkekçe geziniyordu. Şu an sürmekte olan kavga için kötü bir hazırlık devresiydi bu. Sol elim, nasıl edeceksin de, sağ elimin yıllar içinde güçlenen baskısına dayanabileceksin? Gördüğüm şey bir kavga değil artık, bu düpedüz sol elimin idam fermanı. Şimdiden masanın sol köşesine sıkıştı sol elim. Sağ elim sürekli olarak üzerine binip duruyor. Eğer bu dehşet verici anda düşünme yeteneğimi yitirmiş olsam, o anda aklıma düşen fikri, bunların benim ellerim olduğunu, öyleyse onları bir çırpıda birbirlerinden uzaklaştırabileceğimi, acı dolu kavgalarına bir son verebileceğim fikrini uygulamaya koyulmazsam sol elim bileğimden kırılırdı, masadan aşağıya düşer kalırdı, yengisinden dolayı zafer sarhoşu olan sağ elim kendini tutamaz, beş başlı Kerbelos misali yüzüme saldırırdı.Ama şimdi birbirlerinin üzerinde , uysal yatıyorlar,sağ elim sol elimin sırtını sıvazlıyor;yansızlığını yitiren hakem, ben,bu davranışlarını başımı sallayarak onaylıyorum.

21 Aralık 2009 Pazartesi

IKİ KAFKA HABERİ

Almanya ve İsrail arasında 'Kafka' çıkmazı
İsrail, 1988'de İngiltere'de yapılan bir açık arttırmada Franz Kafka'nın el yazılarını satın alan Almanya'dan eserleri istiyor.İsrail ve Alman makamları arasında Avusturyalı yazar Franz Kafka’ya ait bir el yazmasıyla ilgili olarak uzun yıllardan beri süren tartışmanın yeniden alevlendiği bildirildi.
Almanya’nın güneybatısındaki Marbach Alman Edebiyat Arşivinin yöneticileri, 20. yüzyılın ve modern Alman edebiyatının önde gelen yazarlarından Kafka’nın "Dava" adlı romanın özgün el yazmasını isteyen İsrail Ulusal Kütüphanesine olumsuz cevap verdi.
El yazmasının bulunduğu Marbach Arşivi Müdürü Ulrich Raulff, İsrailli yetkililerin isteğinin "hukuki, tarihi veya ahlaki dayanağı olmadığını" ifade etti.
Alman Die Zeit dergisi, bu el yazmasının edebi değeri kadar parasal değerinin de yüksek olduğunu yazdı. Ulrich Raulff AFP’ye yaptığı açıklamada, Kafka’nın el yazmalarının fiyatının çok arttığını ve üzerlerinde spekülasyon yapıldığını söyledi.
Kafka’nın, 1922 yılında arkadaşı Max Brod’a yazdığı 8 sayfalık mektup, geçen Kasım ayı sonunda İsviçre’nin Bale kentinde düzenlenen bir açık artırmada yaklaşık 82 bin 600 avroya satılmıştı.
Yahudi asıllı olan ve 1883 yılında Prag’da doğan Franz Kafka, 1924 yılındaki ölümünden kısa bir süre önce en yakın arkadaşlarından Yahudi asıllı Alman edebiyatçı Max Brod’a bir mektup göndererek, tüm el yazmalarının yakılmasını istemiş.
Ancak Kafka’nın bu isteğini yerine getirmeyen Brod, 1939 yılında Nazilerin baskısı üzerine gittiği İsrail’e Kafka’nın el yazmalarını da götürmüş ve aralarında "Dava" ile "Şato"nun da bulunduğu bazı önemli eserlerin ilk kez yayımlanmasını sağlamış.
Max Brod, 1968 yılında ölünce, "Dava"nın el yazması, diğer pek çok el yazması gibi sekreteri Esther Hoffe’ye miras olarak kalmış. Hoffe, aralarında "Dava"’nın da bulunduğu el yazmalarının bir bölümünü satmış. Hoffe’nin elden çıkardığı el yazmaları, 1988 yılında Londra’da Sotheby’s müzayede evi tarafından açık artırmayla yaklaşık 1,7 milyon avroya Marbach Arşivine satılmış.
Marbach Arşivi Müdürü Raulff, "El yazmalarının bize satıldığı dönemde hiç kimse bu satışı eleştirmedi" dedi. Mirasın öyküsü afka’nın hiçbir zaman İsrail topraklarına ayak basmadığını, "Dava"’nınel yazmasının da diğerleriyle birlikte Brod tarafından 1945 yılında Esther Hoffe’ye kalmasını vasiyet ettiğini belirten Raulff, "1956 yılından beri el yazmaları bir İsviçre bankasının kasasında muhafaza edilmiş" dedi.
Raulff, "Max Brod’un 1968 yılında vefatından sonra bir İsrail mahkemesi, 1974’te Brod’un el yazmalarını Hoffe’ye miras bıraktığını teyit etti" diye konuştu.
2007 yılında hayata veda eden Hoffe, sattıklarından geriye kalan el yazmalarını kızları Ruth ve Eva’ya miras bırakmış.
İsrail’in başkenti Tel Aviv’deki bir mahkemenin, Ruth ve Eva’nın el yazmalarını hukuken sahibi olup olamayacağını araştırdığı belirtildi.
İsrail Ulusal Kütüphanesinin avukatı Meir Heller, el yazmalarının bir bölümünün İsrail’de, bir bölümünün Marbach’ta, başka bir bölümünün de İsviçre’de kasada durduğunu söyledi.
Heller, bu durumun yarattığı hukuki sorunu mahkemenin çözeceğini belirterek, mahkemenin kararını ocak ayında vereceğini sözlerine ekledi.
Marbach Arşivi Müdürü Raulff ise el yazmalarının muhafazası için, Marbach’ın adının Max Brod ve Esther Hoffe’nin vasiyetlerinde geçtiğini öne sürdü.
Raulff, İngiltere’deki Oxford kentinde bulunan bir kütüphaneden sonra, Kafka’ya ait en geniş özgün el yazmaları koleksiyonuna sahip olan Marbach Arşivinin, dünyada edebi eserleri arşivleme konusunda en yetkin kuruluş olduğunu savundu. (aa)


Dünyaca ünlü yazar Kafka pornocu çıktı!
Fotoğrafları dolaba kilitleyip anahtarı yanına alıyordu. Dünya edebiyatının en büyük isimlerinden, Değişim (Metamorfoz) kitabının yazarı Avusturyalı Franz Kafka (1883-1924) pornocu çıktı. Londra`daki British Library ve Oxford`daki Bodleian Kütüphaleri`nde araştırma yapan Kafka uzmanı Dr. James Hawes, ünlü yazarın özel notları arasında yüzlerce porno fotoğraf buldu. İngiliz uzman `Bu fotoğraflar bugüne kadar tüm Kafka uzmanları tarafından saklanıyordu. Ancak halka açıklanmadılar. Çünkü bu karelerin Kafka`nın edebi mirasına ve karizmasına zarar verecekleri düşünülüyordu` diye konuştu.
Kafka`nın ilk kitabını basanyayıncı Franz Blei`a ait bir yayınevi tarafından basılan fotoğrafları, kitap haline getiren Dr. Hawes, `Bunlar ünlü yazara zarar vermiyor. Tersine onun da bizim gibi bir insan olduğunu gösteriyor` dedi. Opal adlıgünlüklerin arasında bulunan fotoğrafların, ailesiyle birlikte yaşayan yazarın bir dolapta sakladığı ve dışarı çıktığında dolabı kilitleyip anahtarı da yanında götürdüğüne inanılıyor.

2008-08-03 Bugün http://www.bugun.com.tr

BİR DOSTUN “AKLANMIŞ İHANETİ” ÜZERİNE KISA BİR DENEME... Hayrettin Filiz


Modernizm, insanda, her ne kadar teknolojik ilerlemenin verdiği rahatlığı yaşatsa da tinsel doyumsuzlukları ve yabancılaşma kavramının getirdiği sancıları da yaşamak zorunda bırakmıştır. Bir yanıyla parasının sağladığı avantajlarla başka ülke ve başka kültürlere ulaşsa bile, diğer yanıyla bürokrasinin, kişinin varlığını çepeçevre saran korku ve bunalımı, içinden çıkılmaz kurallarıyla insanı hiçe sayması, ve insanın tinsel dünyasında derin çukurlar açmış ve bu bunalımın genel seyri olan kendine ve topluma yabancılaşma olgusu, sanat eserlerinin ortak konusu olurken, sanatçı kişilikleri de toplumdan koparmıştır.
Yoksul bir göçmenken, Yahudi asıllı zengin bir Alman kızıyla evlenerek zengin olan bir babanın oğlu olarak, 1883’te dünyaya gelen Praglı bir modernistin, hayatının yarısını birlikte geçirdiği Max Brod adlı dostunun, ölümünden sonra vasiyetine uymayarak ona ihanetinin dünya edebiyatına kattığı şaheserlerden söz etmek istiyorum bu yazımda. Bir ihanetin anatomisini sergilemek istiyorum.
1883, Prag. Sonradan zengin, otoriter ve hareketli bir babanın çocuğu olarak, kişilik gelişimini tamamlayamadan, ömrünce bir tek eserlerinde eleştirebildiği aile gelenekleri ve baba baskısıyla yetişmiş biri olarak, dış dünyanın gerçekliğinin sabit olduğuna ve hiçbir şeyin bunu değiştiremeyeceğine inanarak büyüdü bizim genç. Dünyasını içinde saklayarak büyüdü. Ailesinin etkisinde kalarak hukuk okudu. Geçburjuva gelenekleri içinde, düşlerin sentimental şovlarında, toplumun kendi çıkarlarını beslemesi gerektiği anlayışına çok sıcak bakmamakla beraber, toplumsal hareketlere de girmemek konusunda pek titiz davrandı. Ta ki, 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlayana dek.
Baba korkusu öylesine yerleşmişti ki içine, dış dünyaya açılmak konusunda 41 yıllık ömründe hiçbir atılım yapamamış, Avrupa’nın bir çok kentini gezmesi bile onu dünyaya açamamıştır. Yedi sene içinde, üç kez çıkarıp taktığı nişan yüzüğü ve katıksız aşkı sorguladığı nişanlısı Felice Bauer’le 1919’da ayrılması, toplumla ne kadar ilişkide olduğuna iyi bir örnek sayılabilir bence.
İnsan nasıl toplumsallaşır? Tarihine egemen olarak mı? Geleceği üzerine ortak bir ülküye hizmet ederek mi? Yaşadığı topluma uyum göstermek konusunda, topluma uymayan düşlerini bıçaklayarak mı?... Herkes kendince bir açıklama getirebilir buna. Ama herkesin ortak olduğu bir toplumsallaşma ölçeği var ki, dünya insanı onunla daha bir yaklaşır birbirine. Sanattan söz ediyorum tabi ki. Sanatın derleyen, toplayan, yol gösterip esirgeyen geniş kollarından. Dünyasını içinde gezdiren biri bile sanatın ellerinden tutup en sert eleştiriye gidebileceği gibi, bir ihtimal ve tek ihtimal, mutlu bile olabilir bana kalırsa.
Yaşadığı süre içinde, aralıksız 15 yıl çalıştığı bir sigorta şirketi, yazarımızın romanlarına ya da öykülerine değişmez fon oluşturmuştur. Oradaki bürokrasi, bürokrasi adına hiçe sayılan kişilikler, tepkisini ifade edememenin karamsarlığı ve kaçınılmaz olarak dünya çapında alkışlanan yazarın, hemen bütün kitaplarının ortak mesajını oluşturan; tinsel bunalımın genel imgesi olan yabancılaşma olgusu ve yalnızlık duygusu… Sigorta şirketinde işe başladığında, yani 1907’de kaleme aldığı “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, ardından gelen romanlara bir basamak niteliği taşır. Nitekim, beş sene sonra bir dünya klasiği gelir: “Değişim”. Aynı konu beş sene sonra yine gündemindedir tinsel yapısı darmadağın edilmiş, kuşku dolu yazarımızda. Bu kez eserin adı, “Bir Akademiye Rapor”dur. Bu eserinde Franz, bir kez insan olduktan sonra, geriye dönüp yeniden maymun olamayan ve insan olarak kalmak zorunda olan bir maymunun çaresizliğinde, korku ve kaygı dolu insanın yalnızlığını irdeler.
Dost bulamamak çok kötü bir duygudur. Senin için armağanlar alması ya da seninle sinemaya gitmesi yetmez. Kaldı ki dostluk; saçmalıklarına ortak olmak, insanın sadece düşleri için yaşadığına inanarak, dostunun düşlerine, kendi çıkarlarına denk düşmese bile destek vermek hatta yataklık etmek demek bence. Ona çıplak sunmak bildiklerini ve hatta gerekirse yalan söylemektir.
1902’de bir arkadaşlık başlar. Franz Kafka, Max Brod dostluğunun başladığı ve bunun edebiyat tarihi için ne demek olduğunu henüz kimse bilmiyor. Max Brod bir yazar değil. Kafka da değil. Herhangi bir işleri var, herkes gibi. Sigortacılık gibi, pazarlamacılık gibi… Buraya kadar özel bir şey yok. Avrupa’ya açılır iki dost. Riva’ya, Paris’e, Weimar’a, İtalya’ya… Zayıf bedeni dayanamaz Kafka’nın bu yüksek tempoya ve bir senatoryumda birkaç hafta tedavi görür. Max Brod, ‘son derece dosttur’ ürkek Franz’a. Onun, “Hayat bizi nelerden vazgeçirdiğini anlamamıza bile fırsat vermeyen sürekli bir kaçıştır” düşüncesine rağmen, onu yalnız bırakmamış sıkı bir dost. Belki de bir öğretmen, bir koruyucu.
Dostluk nasıl bir şeydir? Dünyanın yarısını ona sunmak değil midir terli avuçlarını tepsi yaparak? Dostluk nasıl bir şeydir? Korku ve bunalım getiren soğuk rüzgara küfretmeden nefesiyle ısıtmak değil midir üşüyen ellerini karşısındakinin?...Bilmiyorum.
Önce, “Bir Savaşın Tasviri”ni gözden geçirdiler. 1904’te yazılmış olması demek, 21 yaşında dünyayla küsmek ve umutsuzluk demek. Korku yok Max Brod’da… Dünya bir trendir. Her penceresinde ayrı bir manzara olan bir tren. Onu görmek isteyenlere gösterir kendisini. Bir şey lazım, öyle sıcacık, öyle saçma; ama insanın içini her manzaraya açan… Ne bileyim, hızlı ve heyecanlı bir şey işte… Düşündüler bir pastanede, bu nedir, ne olabilir? Bir ses ki; şimşek gibi bir tren geçti sanki düşüncelerinin ortasından. “Bakar mısınız? Bir sütlü kahve alabilir miyim?” İkisinin de kafası sese doğru döndü. Görülmez bir el tutup çevirdi sanki başlarını. Engellemek mümkünsüz. Sonra biri daha geldi o sesin yanına ve birden şöyle dedi: “Sen, Felice Bauer, Franz Kafka’nın uzatmalı nişanlısı olacak ama karısı olamayacaksın. Bu bile senin dünya edebiyatına girmene yetecek.” Şaşırdı beş kişi birden. Biri Kafka, biri Max Brod, biri Felice Bauer, biri garson, diğeriyse onu söyleyen ağız, yani ben.
Yarattığı kişiler; bilinmeyen karanlıklar içinde bir dünyada, her an tetikte olmaları gereken, kaygılı, ürkek, naif, pasif kişilerdir. Bilinmedik tehlikelerle karşı karşıya olduklarını her an bilmelidirler. Ama çözüme dair bağıran, çağıran bir söylem yoktur Kafka’da. Hele toplumsal konulara çözüm üreten o çokbilmiş yazarlardan çok uzakta, kabuğunda yaşam süren bir deniz canlısı gibidir o. Ancak Kafka, okuyucusuna da rahat vermez. Onlar bir çeşit dedektiftir. Cinayeti işleyen kişiler gözleri önündedir; ama suç ve bunun nedenleri konusunda tam bir gerilim ve kuşku çağı başlamıştır. Dedektif güvensizliği her okuyanı rahatsız etmeye aşlar. “Değişim” nasıl başlar, hatırlasanıza: “Bir sabah tedirgin düşüncelerle uyanan Gregor Samsa, dev bir böceğe dönüşmüş buldu kendini…”
Bildik sanat kuramlarının pabucu dama atıldı Kafka’nın modernizmiyle. O merak öğesini ya da herhangi bir biçim kaygısını özün önüne geçirmedi hiç bir kitabında. Ama, “bir sabah aniden” ya da “hiç tanımadığı” gibi kullanımlarla, zaman ve mekan kavramlarını sonsuzluğa yaymayı bildi. Çünkü Kafka; örneğin “Değişim”in ünlü karakteri Gregor Samsa’yı öyle bir çizmiştir ki daha iyi bir simge bulunamazdı dedirtiyor okuyanına. Heinz Politzer’in 1962’de yayınlanan “Kafka” adlı kitabında aynen şöyle deniyor: “Kafka, toplumsal sınırlanmışlığı içinde insanın kendisine bir çıkış yolu bulamayacağını anlatmak üzere, pazarlamacılık işinin elinden alınmaması için yakaran bir böceğin manzarasından daha uygun bir simge bulamazdı.”
Sağlığında yayınlanan çok az kitabından biri olan “Değişim” kitabının kapağı için, dev gibi bir böcek resmi çizilmek istenmişti. Kafka, bizzat bu konuyla ilgilenmiş; bunun bir masal olmadığını ve yalnızlık ve yabancılık içinde hazin bir tragedya olduğunu bildirerek, romanın diğer kişilerini aydınlık bir salonda ayakta ve yan yana, Samsa’yı ise görünmeyen bir karanlık oda içinde kapısının aralık olarak çizilmesini önerirken, herkesin dediği gibi, kendisini ve ailesini mi anlatıyordu acaba? Bir yazısında böyle olmadığını söylese bile birçok şey öylesine denk düşüyor ki hayatına…
“Yazmak bir çeşit ibadettir, sanat bir çile… Öyle bir çile ki onu dünyanın daha fazla çilelerinden kurtarır.” diyen Kafka, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, yükselen Çekoslovak kurtuluşunun lider isimlerini dinlemeye başladı. “Club Mladych(Gençler Birliği)” seminerlerine katıldığı gibi, ateşli bir Çek devrimcisi olan Berta Fanta’nın kışkırtan seminerleri, Kafka’nın dünya görüşünü değiştirmedi. O görüştüğü birkaç kişiye gizli bahçesini açıyor, iddialı çıkışlardan uzak duruyordu. Hatta 1915’te döneminin önemli yazı ödüllerinden sayılan “Fontane Ödülü”nü alan Carl Sterheim, bu ödülü Kafka’nın daha çok hak ettiğini düşünüp sanat tarihinde pek alışık olmadığımız bir şey yapıyor ve ödülü Kafka’ya aktarıyordu.
“Değişim”, Kafka’da da bir değişikliğe yol açmıştı. Neredeyse insanlardan kaçan bu yazar, bir tek Max Brod’la yazdıklarını paylaşıyor ve dostunun yayınlanma önerilerini sürekli kaçarak yanıtsız bırakıyordu. İçindeki öfke ve tedirginlik kendisinden çok uzakta olan bir Çek kızına kadar rahatsız etti onu. “Değişim”i Çek diline çevirmek isteyen Milena adındaki bu kız, 1920 yılının Kafka’nın mutlu olduğu yıl olarak tarihe geçmesini sağladı. Milena, Kafka’dan epey küçük ve başkasıyla evli olmasına rağmen, Kafka belki de bu Çek kızında aradığı sıcaklığı bulmuştu. Ölümüne dört sene kala aşık olmuştu Kafka. Yazdığı tek umutlu romanı olan “Amerika”nın ikinci cildinin bu döneme rastlaması şans değildir bence.
Bütün bunlar olurken, Max Brod’da, kaybolan bir hayatın, bir yeteneğin, dalında çürüyen meyveye bakarken duyulan hüznü hüküm sürüyordu. Bütün çabaları boşunaydı. Franz Kafka, yaralanmış ruhunu dünyayla paylaşmak istemiyordu. Ama dünyanın bu ruhtan öğreneceği çok şey vardı dostuna göre. İhanetin aklandığı en iyi örneklerden birine doğru akıyordu zaman.
1924. Viyana. Bir dünya küskünü genç adam olarak yaşayan Franz Kafka, genç bir ölüme gitti… Kierling senatoryumunda üç ay babasından neden bu kadar korktuğunu düşünerek… Üç ay, herkesin zavallı bir yalnızlık içinde çile çektiğini ve bunun hiçbir zaman değişmeyeceğini sürekli tekrarlayarak… Max Brod gibi yirmi iki senedir aksamadan ilerleyen bir dostluk kurabildiği için kendini şanslı sayarak… Ölüm nedeni olarak gırtlak kanseri dendi. Oysa ki kanser bütün bedenini kaplamıştı. Ölümünden birkaç gün önce Max Brod’a bütün roman eskizlerini yakmasını vasiyet etti. Dostundan söz aldı bu konuda. Biraz güvensizlik, biraz öfke, en çok yabancı biri gibi sessizce öldü çok geçmeden.
Max Brod, bir elinde sayfalarca orijinal roman metinleri diğer elinde bir kibritle, öylece kalakaldı bir ıssızlıkta. Dünyada bir o kaldı, bir de verdiği sözün, gözünü yaşartan erdemi… Sonra “erdem” dedi, “erdem; toplumun bütün pisliğine rağmen, toplumun insanı dışlamasına rağmen, tinsel bunalımın bütün yapıyı bozmasına rağmen insana bir şeyler verme çabasıdır. İnsanı insanlaştıran şeydir erdem.”
Tarihe “aklanmış ihanet”in en iyi örneği olarak geçen, bir dost vasiyetinin geleneksel baskısını yenerek verdiği sözü tutmayan Max Brod, orijinalleri üst üste bastırdı. Eğer Kafka’nın dostu bunu yapmasaydı; 1927’de yayınlanan “Felice’ye Mektuplar”, “Dava”, 1926’da “Şato”, “Çin Seddi”, “Açlık Şampiyonu”, “Milena’ya Mektuplar” bu gün durdukları, edebiyat dolabının üst raflarında olmayacaklardı. Ve biz, başımızın belası, “Kafkaesk” denen, tinsel bunalımın genel imgesi, modernizmin armağanı olan yabancılaşma olgusunun en güzel örneklerini okuyup, bizi yutmaya çalışan kapitalist ilişkilerde daha savunmasız olacaktık.
Max Brod. İçin rahat olsun. Kafka bile bu yaptığının, olası en iyi dostluklardan biri olduğunu düşünürdü…

17 Aralık 2009 Perşembe

ANDY WARHOL'UN KAFKA'SI

PopArt'ın öncüsü Warhol Liz Taylor, Elvis Presley. Marilyn Monroe, John Wayne, Gretha Garbo, John Lennon, Muhammed Ali, Che, Lenin, Mao Zedung, CocaCola, MikiMaus gibi star(!)ları tuvale aktarmış. Aralarnda Kafka'nın da olması garip değil mi?

FRANZ KAFKA'NIN DAVA'SI… ERNST WEISS


Avusturyalı yazar Ernst Weiss, 28 Ağustos 1882 tarihinde Brünn’de doğdu. 15.6.1940 günü Alman birliklerinin Paris'e girmesi üzerine yaşamına kendi eliyle son verdi. Avusturya yazınının en önemli yazarlarından olan, Kafka'nın da çok sevip takdir ettiği Weiss'in roman, öykü ve denemeleri, yirmi cildi bulmaktadır.

Franz Kafka'nın ölümünden sonra kalan romanlardan ilki «Dava» bugünlerde «Die Schiemede» yayınevince yayımlandı. Yazar daha hayattayken bu yapıtın çevresini bir giz perdesi kaplamıştı ve itiraf etmek gerekir ki, önemli, tanınmış, dahası büyük bir usta olarak övülen bir yazarın en önemli yapıtlarından birini —«Dava»yı hiç duraksamaksızın böyle bir yapıt sayabiliriz— yıllar boyu gizli tutması, üstelik yapıtını kendi elleriyle yoketme niyetinden, ancak tatlı bir sertlikle döndürülebilmesi, öyle sık raslanır olaylardan değil¬dir. Gerçi benzeri olaylar biliyoruz. Gogol «Ölü Canlar »ının ikinci bölümünü yok etmiş, Kleist'in yapıtları aynı alınyazısını paylaşmış¬lardır. Burada da aynı durum karşımıza çıkıyor. Bir yaşam boyu Kafka'nın sözcüğün gerçek anlamında yakınında bulunmuş çok az insanlardan biri olan Max Brod, kitabı 1920'de yazarın elinden kapmış, böylece onu bitmemiş de olsa, bütünün görünümünü tasarlatmaya yeterli ana çizgileriyle kurtarmayı başarmıştır.
Sonuçta hem Kafka'da, hem Gogol'da iki temel güç etkinliklerini korumuştur: bir yanda şiddetli yapısal bir dürtü, bir şeyler kurmak, dünyaya dünyalar katma isteği; öte yanda onu gerektiğinde kendiyle birlikte yok etme isteği. Birincisi öylesine önü alınmaz bir istekti ki, Kafka memurluk yaptığı işçi sigorta şirketindeki o yorucu çalışma¬ların ardından geceleri gerektiğince uyuyamıyor: bir uyurgezer dün¬yası içersinde, ama bulanık olmayan, dahası günlük yaşamın o doğal bulanıklığının bile en ufak izini taşımayan düşünülebilecek en çarpıcı belirginlikle ortaya çıkan bir yaratıya çekildiğini ve onu yaratmaya zorunlu olduğunu görüyordu. Evet, geceleri ortaya çıkan bir yaratma dürtüsüydü bu; gündüzleri yadsınıp, küçümsenip yok edilmek için böyle kendine yönelik yok edici güçler dehaya yabancı değildir. Bunları alçakgönüllükle karıştırmak, çok yüzeysel bir ruhbilimin sorumluluğuna kalmıştır. Bu yoketme eğiliminin, alçakgönüllükle yakın uzak ilintisi yoktur. Kafka kendini çok önemsiz biri olarak duyumsamıyordu. Haklı olarak, her birey gibi haklı olarak, dahası her dahi birey gibi iki kat haklı olarak, kendini dünyanın odak noktasında görüyordu. Kim olduğunun bilincindeydi. Ama o kişi olmak istemiyordu. Gelgelelim varoluşunun gerçeğini silip atmak şöyle dursun, bu gerçeği asıl bu yoldan daha yüce bir anlamda onaylamış oluyordu. Yapıtlarının biricik kahramanı yine kendisidir. Yapıtlarındaki her özgeçmiş kendi özgeçmişidir. Onda sınırlanmış görünen her şey, onun kendisinde yani Franz Kafka'da sınırlıdır. Ömrünün sonlarına doğru ulusçuluğa yakalanmasını anlamak kolay¬laşıyor böylece. Sözcüğün gerçek anlamında yakalanmıştı ulusallığa. Yahudi olduğundan, Kafka için ulusçuluk siyonizm demekti, Yahu¬di ulusçuluğu demekti. Eğilim apaçıktı: Bireyi daha geniş bir temele oturtmak, çok daha sağlam bir güvenceyle yaşamın içinde yer almak, elden geldiğince etkin olmak. 1914'ten başlayarak yerleşmeye yüz tutan ulusçuluğa, o büyük yönelişin, genellikle, halkların varlıklarını sürdürmelerinin güçleşmesi üzerine, ırka, atalarına dayanmak iste¬meleriyle açıklandığını söyleyebiliriz. Toplumcu eğilim de buna benzer nedenlere dayanmaktadır. Birey yaşama olanağından, yaşamın anla¬mından, giderek anlam nedir sorusunun anlamından kuşkuya düşer. Kendinde bulamadığını, topluluğun içinde, toplumbilimsel anlamda bir insan öbeği içinde aramaya kalkar ve bu topluluk içinde hiç değilse varlığı uzunca bir süre güvence altındaymış gibi gelir ona; daha büyük olanaklara kavuşmuş, Ben'in bağlarından etkilenmesi olanaksız bir uzaklığa kaçmıştır. Bu giriş açıklamaları bizi Kafka'nın kitabının özüne daha çok yaklaştırıyor. Gerçi bu yapıtta ne ulusal ne de toplumcu yan sesini duyurur; bir toplum telrinin, tepeden tırnağa toplumdan yalıtılmış bir bireyin davasıdır karşı¬mızdaki. Kahraman tüm toplumsal ve ulusal özelliklerinden öylesine koparılmıştır ki, ne anası ne babası ne de kardeşleri vardır; doğru-dürüst bir addan bile yoksundur; yalnızca Joseph K. diye çağırılır. Benzer bir girişim kısa bir süre önce yayınlanan, birdenbire uyan¬dığında kim olduğunu anımsamayan adsız bir insanı konu alan roman bir elenendi. Kafka işi daha da öteye götürmüştür. İster gerçek insanları betimlemekten kaçındığından, isterse böyle bir betim¬lemenin üstesinden gelemediğinden olsun («Amerika» romanının giri¬şindeki «Ateşçi»de gerçek insanlar var üstelik), «Dava»daki adsız küçük burjuva davranışlı adam, yani Joseph K., insana özgü tüm çizgilerden yoksun kalmıştır. Seyrek olmakla birlikte, var olduğu anlarda insan onu tasarımsal bir aynada kendi kendinin görüntüsü olarak algılayıp tanıyamadığı sürece, insanla özdeştiremez. İşte bura¬da yapıtın o büyük gücü, başka deyişle, genelgeçerliliği (evrenselliği), görkemli, büyük boyutlarda çizilmiş, alabildiğine yürekli gerçekleş¬tirilmiş simgeselliği çıkıyor karşımıza. Zayıf yanı da bu özelliğinde yatıyor. Çünkü ne et, ne kemik, ne kan, ne de ruh; hortlak bu, hortlakların kaynaştığı bir dünya karşısına yerleştirilmiş bir hortlak. Bu kitabın konusunu anlatsak da, özüne ilişkin en ufak bir fikir edinemeyiz. Onu yakından tanıyıp öğrenmeli, yaşamayı denemeliyiz. Bir banka danışmanı bir sabah, tutuklandığını kendisine bildiren iki gözetici tarafından korkuyla yatağından kaldırılır. Gerçek bir mahkeme değildir bu; bambaşka, masonlarınkine benzer biçimde örgütlenmiş, toplumun en kuytu, en uzak köşelerine değin sızmış bir yargı kurumudur. En üst mercilerine kimsenin ulaşamadığı, dosyalarını kimsenin okuma yetkisinin bulunmadığı; gizli oturumlarla toplanan ve kişilere ilişkin nedenini kimsenin bilmediği hukuksal yargılar veren —hani belki de her insana içkin suçluluk duygusuna dayanarak, kim bilir?— bir mahkeme; bu kurum, artık Joseph K.'yı pençeleri arasına almıştır; uğraşını sürdürme olanağı tanımakla birlikte, özgürlüğünü bırakmaz ona. K, nereye adım atsa, bu görün¬mez yargı kurumunun elçileriyle karşılaşır. Yolunun her aşama¬sında, durdurak dinlemeksizin, bir yargıyla sonuçlanan, gelgelelim bir türlü bitmek bilmeyen bir duruşmayla karşı karşıyadır ve bu dava bir yaşam davası olduğundan, ancak bir idam kararıyla bite¬bilir. Direnmek olanaksızdır. Her şey belirsizdir. Biçim en ince ayrın¬tılara değin vardır, ama anlam hiç bulunmaz. Her yerde dosyalar var, ama kan yok; ya da daha doğrusu gönüllü iki cellâdın Joseph K.'nın yüreğini bıçakla deştikleri son bölümün dışında Joseph K. artık karşı koymayı bir yana bırakmış, dava'ya boyun eğmiş, mah¬kemenin bir öğesi olup çıkıvermiştir; dünyayı yalnızca dava'nın bakış açısından görüp yaşar artık. «Dava», iki anlamlı bir dava'dır. Dava'nın bir adı da hastalık sürecidir ve Kafka onu hiç kuşkusuz bu anlamda kullanmıştır. Kafka gibi bir dil yaratıcısının dehası, bu türden ikili anlamlarda kendini benimsetip kıvılcımlansa da, tıka¬nıklığa yol açan sınırlayıcı olgu da gene bu iki anlamlılıkta aran¬malıdır. Kafka küçükburjuva özellikli, anlık algılara dayanarak be¬timlediği atmosferin dışına burada da çıkmak istemediği gibi, çıka¬mıyor da. Gene de, suçlamayı göze almadan, Dantevari bir düş-gücünü öylece 1920 Prag'ının küçükburjuva-Yahudi dünyası biçimi içine yerleştirmek olanaksız olsa gerek.
Dante büyük bir ad. Ne ki, Kafka'nın betimlediği gibi bir cehennemi betimleyebilen, bu cehennem içinde yaşamakla kalmayıp, orada Kafka gibi yiğitçe etkinlik gösterebilen ve gene o cehennem yüzünden yiğitçe çöküp yok olabilen birini hiç duraksamadan Dante denen dev ile bir arada anmak günah sayılmaz. Bu kitapta cehennemsi, boğucu güçte sahneler buluyoruz ve kişi sonunda bu fizik ötesi dava yerinin dehlizlerini, büyük salonlarını ve kuytu köşelerini buralara adım atarken olduğundan çok daha umutsuz terk edecektir.
Dante'yi bir yana bırakıp yalnızca Gogol ve Kleist gibi yarı tanrısal güçleri anımsadığımızda bile, gerek «yaratma», gerekse «bel¬gelendirme» düzeyinde karşılaştığımız o büyük doğal ve yarı tanrısal güçten sonsuz uzaklıkta bulunduğumuzu görürüz.
Gogol ve Kleist sonunda ulusallığın uçurumuna sıçrayıvermişlerdir, ancak bu, kendini her şeye karşın tümüyle yok etme yü¬rekliliği gibi, varlığını tümüyle gerçekleştirip benimsetme yüreklili¬ğinden de yoksunluğundan ötürü, Kafka'nın beceremediği bir sıçra¬madır. Kafka, dehadan değil, yüreklilikten yoksundu. «Dava»nın belli bir yerinde yapıtının suçlaması doğrudan ona yönelir. Kendi düşünün düzeyine ulaşamaz. Kilisenin içinde şaşkınlıkla yapayalnız kalmışken, «Dava»nın cezaevi papazıyla tartıştığı bölümdür bu. İnsan bu gerilimi alabildiğine yoğunlaşmış ana doğru yol alırken, korkudan titrer. Burada Dostoyevski işin içine girebilirdi. Bölüm, kapı bekçisi eğretilemesiyle enfes, öykünülmez, sonsuza değin etkisini koruyacak bir girişle başlatılır. Bu benzetmeyi Kutsal Kitabın, Çuang Dsi'nin, Konfüçyüs'ünkilerin yanına koyabiliriz. Burada yaratıcının, düşünürün ve yorumlayıcının soluğu kesilmezse, Alman yazını, dahası, tüm insanlığın yazını, ölümsüz bir yapıt daha kazanmış demektir. Kafka burada varını yoğunu ortaya koymak zorundaydı, ortaya koymaya çalıştı da. Ezici, altüst edici, yön verici olanı neden saklayalım? Kafka bu dönüm noktasının, üstesinden gelecek güçte değildi. Bu anı ya görmedi, ya da cehennemin kükürt ateşinin ışığına aşırı alışmıştı. Verdiği, taş bile değildir. Taşlar kutsallaştırılabilir. Müslü¬manlar yaparlar bunu. Ama toz kutsallaştırılamaz. Kafka bu unutul¬maz eğretilemeyi, kapı bekçisinin bu yeri bir daha doldurulmaz olayını, ufalayıp Talmud tozuna çevirir. «Bilge», bilen, kusursuz, tamamlanmış biçimi, bilgiç (sophistik) sözcüklere ayrıştırıyor; ayrış¬tırınca da çaresizlik, dörtdörtlük bir çaresizliğe dönüşüyor. Kafka'nın bu yapıtı neden göstermek istemediğini anlıyoruz artık. Çağımızın birçok yapıtıyla karşılaştırıldığında, hâlâ bir örnek ve usta elinden çıkma yapıt özelliğini koruyor Dava. Kendisiyle karşılaştırıldığında ise bir başarısızlıktır bu yapıt. Ve başarısızlığa uğramış kişi, utanç içinde yapayalnız kalmış, onu istediğimiz kadar avutmaya (teselli etmeye) çalışalım, açlığını çektiğimiz ve yasanın, kendi yasasının kapı bekçisi olarak yalnızca onun bize verebileceği şeyi bizden esir¬gediğini ona unutturamayız.
Gene de bizi tamamen aç bırakıp gittiğini, kendine işkence ettiği gibi bize de yalnızca işkence ettiğini söylemek haksızlık olur. Geçiş bağlantısı bulunmayan son bölüm, Joseph K.'nın ölüm bölümü, manevi bir kurtuluşun değilse de erme’nin bölümüdür. Yumuşak bir ışık, avutucu bir aydınlık vardır burada. Kahraman yerde yatmaktadır, ölümün bıçağını üzerinde görür, ama gördüğü yalnızca bıçak değildir. Bölümü burada alıntılıyorum: «Bakışları, taşocağının yanındaki evin son katına takılmıştı, bir ışığın ansızın parıldaması gibi, oradaki bir pencerenin kanatları açılıverdi. Uzakta ve yüksekte zayıf, ipince bir insan bir atılışta eğilip kollarını daha da açtı. Kimdi o? Bir dost mu? İyi bir insan mı? Olup bitenle ilgili biri mi? Yardım etmek isteyen biri mi? Tek başına biri mi? Herkes miydi yoksa? Hâlâ yardım olanağı var mıydı? Unutulmuş itirazlar var mıydı? Kuşkusuz vardı. Gerçi mantığa karşı çıkılamaz; ama yaşamak isteyen bir adama direnmez. Hiç görmediği yargıç nerelerdeydi? Hiç ulaşamadığı yüksek mahkeme neredeydi? Ellerini kaldırıp bütün parmaklarını açtı.»
Bu sarsıcı bitiş bölümünden tüm kitabın kargaşasının ve tüm insanların yanılgılarının üstüne aydınlatıcı bir ışık düşüyor. Burada her şey, bir insanın savcı ve biricik tanık olarak kendi kendine karşı bir dava yürütmesi içersinde eriyip gitmiyor mu? İnsanın kendisiyle, amansız, sakınmasız bir hesaplaşması değil mi bu? Burada ateşli tutkuları bulunan, ama ne bunlara kendini bırakacak yürek¬liliği, ne de —onlarla birlikte tüm varlığını da bastırmadığı sürece— onları bastıracak gücü bulunan birinin varlığı söz konusu değil mi? Böyleyse, tüm dava, insanın kendi vicdanının sesiyle hesaplaşmasını içeren bir davadır. Böyleyse, yapıt bir ruhun polisiye romanından başka bir şey değildir. Kendi ben'inin yarıyarıya silinmiş izlerini sürerek bir öz arayışın romanı. Kendince dava edilip gene kendince mahkûm edilen birinin romanı. Kafka bir ömür boyu bu yargılama yönteminin gizliliğinin acısını çektikten sonra, bu ceza yargısının bir kişinin benliğinde toplanan yargıcın ve davalının, Kafka'nın iste¬ğine karşın gene de topluma ulaşmış olması, bu yapıtı gerçek bir yaşam belgesine, sarsıcı bir trajik-güldürüye dönüştürüyor.

Almancadan çevirenler: Veysel ATAY¬MAN yönetiminde, İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Eğitim Bölümü 2. sınıf öğrencileri: Binnur ERİŞKEN, Raika ÖZ¬DEMİR, Meral ORALİŞ, Nezih ÇAKIR, Aydın BAKIŞOĞLU, Serdar BAYRAK¬TAR, Mithat TOSUN.