21 Aralık 2009 Pazartesi

BİR DOSTUN “AKLANMIŞ İHANETİ” ÜZERİNE KISA BİR DENEME... Hayrettin Filiz


Modernizm, insanda, her ne kadar teknolojik ilerlemenin verdiği rahatlığı yaşatsa da tinsel doyumsuzlukları ve yabancılaşma kavramının getirdiği sancıları da yaşamak zorunda bırakmıştır. Bir yanıyla parasının sağladığı avantajlarla başka ülke ve başka kültürlere ulaşsa bile, diğer yanıyla bürokrasinin, kişinin varlığını çepeçevre saran korku ve bunalımı, içinden çıkılmaz kurallarıyla insanı hiçe sayması, ve insanın tinsel dünyasında derin çukurlar açmış ve bu bunalımın genel seyri olan kendine ve topluma yabancılaşma olgusu, sanat eserlerinin ortak konusu olurken, sanatçı kişilikleri de toplumdan koparmıştır.
Yoksul bir göçmenken, Yahudi asıllı zengin bir Alman kızıyla evlenerek zengin olan bir babanın oğlu olarak, 1883’te dünyaya gelen Praglı bir modernistin, hayatının yarısını birlikte geçirdiği Max Brod adlı dostunun, ölümünden sonra vasiyetine uymayarak ona ihanetinin dünya edebiyatına kattığı şaheserlerden söz etmek istiyorum bu yazımda. Bir ihanetin anatomisini sergilemek istiyorum.
1883, Prag. Sonradan zengin, otoriter ve hareketli bir babanın çocuğu olarak, kişilik gelişimini tamamlayamadan, ömrünce bir tek eserlerinde eleştirebildiği aile gelenekleri ve baba baskısıyla yetişmiş biri olarak, dış dünyanın gerçekliğinin sabit olduğuna ve hiçbir şeyin bunu değiştiremeyeceğine inanarak büyüdü bizim genç. Dünyasını içinde saklayarak büyüdü. Ailesinin etkisinde kalarak hukuk okudu. Geçburjuva gelenekleri içinde, düşlerin sentimental şovlarında, toplumun kendi çıkarlarını beslemesi gerektiği anlayışına çok sıcak bakmamakla beraber, toplumsal hareketlere de girmemek konusunda pek titiz davrandı. Ta ki, 1914’te Birinci Dünya Savaşı patlayana dek.
Baba korkusu öylesine yerleşmişti ki içine, dış dünyaya açılmak konusunda 41 yıllık ömründe hiçbir atılım yapamamış, Avrupa’nın bir çok kentini gezmesi bile onu dünyaya açamamıştır. Yedi sene içinde, üç kez çıkarıp taktığı nişan yüzüğü ve katıksız aşkı sorguladığı nişanlısı Felice Bauer’le 1919’da ayrılması, toplumla ne kadar ilişkide olduğuna iyi bir örnek sayılabilir bence.
İnsan nasıl toplumsallaşır? Tarihine egemen olarak mı? Geleceği üzerine ortak bir ülküye hizmet ederek mi? Yaşadığı topluma uyum göstermek konusunda, topluma uymayan düşlerini bıçaklayarak mı?... Herkes kendince bir açıklama getirebilir buna. Ama herkesin ortak olduğu bir toplumsallaşma ölçeği var ki, dünya insanı onunla daha bir yaklaşır birbirine. Sanattan söz ediyorum tabi ki. Sanatın derleyen, toplayan, yol gösterip esirgeyen geniş kollarından. Dünyasını içinde gezdiren biri bile sanatın ellerinden tutup en sert eleştiriye gidebileceği gibi, bir ihtimal ve tek ihtimal, mutlu bile olabilir bana kalırsa.
Yaşadığı süre içinde, aralıksız 15 yıl çalıştığı bir sigorta şirketi, yazarımızın romanlarına ya da öykülerine değişmez fon oluşturmuştur. Oradaki bürokrasi, bürokrasi adına hiçe sayılan kişilikler, tepkisini ifade edememenin karamsarlığı ve kaçınılmaz olarak dünya çapında alkışlanan yazarın, hemen bütün kitaplarının ortak mesajını oluşturan; tinsel bunalımın genel imgesi olan yabancılaşma olgusu ve yalnızlık duygusu… Sigorta şirketinde işe başladığında, yani 1907’de kaleme aldığı “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, ardından gelen romanlara bir basamak niteliği taşır. Nitekim, beş sene sonra bir dünya klasiği gelir: “Değişim”. Aynı konu beş sene sonra yine gündemindedir tinsel yapısı darmadağın edilmiş, kuşku dolu yazarımızda. Bu kez eserin adı, “Bir Akademiye Rapor”dur. Bu eserinde Franz, bir kez insan olduktan sonra, geriye dönüp yeniden maymun olamayan ve insan olarak kalmak zorunda olan bir maymunun çaresizliğinde, korku ve kaygı dolu insanın yalnızlığını irdeler.
Dost bulamamak çok kötü bir duygudur. Senin için armağanlar alması ya da seninle sinemaya gitmesi yetmez. Kaldı ki dostluk; saçmalıklarına ortak olmak, insanın sadece düşleri için yaşadığına inanarak, dostunun düşlerine, kendi çıkarlarına denk düşmese bile destek vermek hatta yataklık etmek demek bence. Ona çıplak sunmak bildiklerini ve hatta gerekirse yalan söylemektir.
1902’de bir arkadaşlık başlar. Franz Kafka, Max Brod dostluğunun başladığı ve bunun edebiyat tarihi için ne demek olduğunu henüz kimse bilmiyor. Max Brod bir yazar değil. Kafka da değil. Herhangi bir işleri var, herkes gibi. Sigortacılık gibi, pazarlamacılık gibi… Buraya kadar özel bir şey yok. Avrupa’ya açılır iki dost. Riva’ya, Paris’e, Weimar’a, İtalya’ya… Zayıf bedeni dayanamaz Kafka’nın bu yüksek tempoya ve bir senatoryumda birkaç hafta tedavi görür. Max Brod, ‘son derece dosttur’ ürkek Franz’a. Onun, “Hayat bizi nelerden vazgeçirdiğini anlamamıza bile fırsat vermeyen sürekli bir kaçıştır” düşüncesine rağmen, onu yalnız bırakmamış sıkı bir dost. Belki de bir öğretmen, bir koruyucu.
Dostluk nasıl bir şeydir? Dünyanın yarısını ona sunmak değil midir terli avuçlarını tepsi yaparak? Dostluk nasıl bir şeydir? Korku ve bunalım getiren soğuk rüzgara küfretmeden nefesiyle ısıtmak değil midir üşüyen ellerini karşısındakinin?...Bilmiyorum.
Önce, “Bir Savaşın Tasviri”ni gözden geçirdiler. 1904’te yazılmış olması demek, 21 yaşında dünyayla küsmek ve umutsuzluk demek. Korku yok Max Brod’da… Dünya bir trendir. Her penceresinde ayrı bir manzara olan bir tren. Onu görmek isteyenlere gösterir kendisini. Bir şey lazım, öyle sıcacık, öyle saçma; ama insanın içini her manzaraya açan… Ne bileyim, hızlı ve heyecanlı bir şey işte… Düşündüler bir pastanede, bu nedir, ne olabilir? Bir ses ki; şimşek gibi bir tren geçti sanki düşüncelerinin ortasından. “Bakar mısınız? Bir sütlü kahve alabilir miyim?” İkisinin de kafası sese doğru döndü. Görülmez bir el tutup çevirdi sanki başlarını. Engellemek mümkünsüz. Sonra biri daha geldi o sesin yanına ve birden şöyle dedi: “Sen, Felice Bauer, Franz Kafka’nın uzatmalı nişanlısı olacak ama karısı olamayacaksın. Bu bile senin dünya edebiyatına girmene yetecek.” Şaşırdı beş kişi birden. Biri Kafka, biri Max Brod, biri Felice Bauer, biri garson, diğeriyse onu söyleyen ağız, yani ben.
Yarattığı kişiler; bilinmeyen karanlıklar içinde bir dünyada, her an tetikte olmaları gereken, kaygılı, ürkek, naif, pasif kişilerdir. Bilinmedik tehlikelerle karşı karşıya olduklarını her an bilmelidirler. Ama çözüme dair bağıran, çağıran bir söylem yoktur Kafka’da. Hele toplumsal konulara çözüm üreten o çokbilmiş yazarlardan çok uzakta, kabuğunda yaşam süren bir deniz canlısı gibidir o. Ancak Kafka, okuyucusuna da rahat vermez. Onlar bir çeşit dedektiftir. Cinayeti işleyen kişiler gözleri önündedir; ama suç ve bunun nedenleri konusunda tam bir gerilim ve kuşku çağı başlamıştır. Dedektif güvensizliği her okuyanı rahatsız etmeye aşlar. “Değişim” nasıl başlar, hatırlasanıza: “Bir sabah tedirgin düşüncelerle uyanan Gregor Samsa, dev bir böceğe dönüşmüş buldu kendini…”
Bildik sanat kuramlarının pabucu dama atıldı Kafka’nın modernizmiyle. O merak öğesini ya da herhangi bir biçim kaygısını özün önüne geçirmedi hiç bir kitabında. Ama, “bir sabah aniden” ya da “hiç tanımadığı” gibi kullanımlarla, zaman ve mekan kavramlarını sonsuzluğa yaymayı bildi. Çünkü Kafka; örneğin “Değişim”in ünlü karakteri Gregor Samsa’yı öyle bir çizmiştir ki daha iyi bir simge bulunamazdı dedirtiyor okuyanına. Heinz Politzer’in 1962’de yayınlanan “Kafka” adlı kitabında aynen şöyle deniyor: “Kafka, toplumsal sınırlanmışlığı içinde insanın kendisine bir çıkış yolu bulamayacağını anlatmak üzere, pazarlamacılık işinin elinden alınmaması için yakaran bir böceğin manzarasından daha uygun bir simge bulamazdı.”
Sağlığında yayınlanan çok az kitabından biri olan “Değişim” kitabının kapağı için, dev gibi bir böcek resmi çizilmek istenmişti. Kafka, bizzat bu konuyla ilgilenmiş; bunun bir masal olmadığını ve yalnızlık ve yabancılık içinde hazin bir tragedya olduğunu bildirerek, romanın diğer kişilerini aydınlık bir salonda ayakta ve yan yana, Samsa’yı ise görünmeyen bir karanlık oda içinde kapısının aralık olarak çizilmesini önerirken, herkesin dediği gibi, kendisini ve ailesini mi anlatıyordu acaba? Bir yazısında böyle olmadığını söylese bile birçok şey öylesine denk düşüyor ki hayatına…
“Yazmak bir çeşit ibadettir, sanat bir çile… Öyle bir çile ki onu dünyanın daha fazla çilelerinden kurtarır.” diyen Kafka, 1. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, yükselen Çekoslovak kurtuluşunun lider isimlerini dinlemeye başladı. “Club Mladych(Gençler Birliği)” seminerlerine katıldığı gibi, ateşli bir Çek devrimcisi olan Berta Fanta’nın kışkırtan seminerleri, Kafka’nın dünya görüşünü değiştirmedi. O görüştüğü birkaç kişiye gizli bahçesini açıyor, iddialı çıkışlardan uzak duruyordu. Hatta 1915’te döneminin önemli yazı ödüllerinden sayılan “Fontane Ödülü”nü alan Carl Sterheim, bu ödülü Kafka’nın daha çok hak ettiğini düşünüp sanat tarihinde pek alışık olmadığımız bir şey yapıyor ve ödülü Kafka’ya aktarıyordu.
“Değişim”, Kafka’da da bir değişikliğe yol açmıştı. Neredeyse insanlardan kaçan bu yazar, bir tek Max Brod’la yazdıklarını paylaşıyor ve dostunun yayınlanma önerilerini sürekli kaçarak yanıtsız bırakıyordu. İçindeki öfke ve tedirginlik kendisinden çok uzakta olan bir Çek kızına kadar rahatsız etti onu. “Değişim”i Çek diline çevirmek isteyen Milena adındaki bu kız, 1920 yılının Kafka’nın mutlu olduğu yıl olarak tarihe geçmesini sağladı. Milena, Kafka’dan epey küçük ve başkasıyla evli olmasına rağmen, Kafka belki de bu Çek kızında aradığı sıcaklığı bulmuştu. Ölümüne dört sene kala aşık olmuştu Kafka. Yazdığı tek umutlu romanı olan “Amerika”nın ikinci cildinin bu döneme rastlaması şans değildir bence.
Bütün bunlar olurken, Max Brod’da, kaybolan bir hayatın, bir yeteneğin, dalında çürüyen meyveye bakarken duyulan hüznü hüküm sürüyordu. Bütün çabaları boşunaydı. Franz Kafka, yaralanmış ruhunu dünyayla paylaşmak istemiyordu. Ama dünyanın bu ruhtan öğreneceği çok şey vardı dostuna göre. İhanetin aklandığı en iyi örneklerden birine doğru akıyordu zaman.
1924. Viyana. Bir dünya küskünü genç adam olarak yaşayan Franz Kafka, genç bir ölüme gitti… Kierling senatoryumunda üç ay babasından neden bu kadar korktuğunu düşünerek… Üç ay, herkesin zavallı bir yalnızlık içinde çile çektiğini ve bunun hiçbir zaman değişmeyeceğini sürekli tekrarlayarak… Max Brod gibi yirmi iki senedir aksamadan ilerleyen bir dostluk kurabildiği için kendini şanslı sayarak… Ölüm nedeni olarak gırtlak kanseri dendi. Oysa ki kanser bütün bedenini kaplamıştı. Ölümünden birkaç gün önce Max Brod’a bütün roman eskizlerini yakmasını vasiyet etti. Dostundan söz aldı bu konuda. Biraz güvensizlik, biraz öfke, en çok yabancı biri gibi sessizce öldü çok geçmeden.
Max Brod, bir elinde sayfalarca orijinal roman metinleri diğer elinde bir kibritle, öylece kalakaldı bir ıssızlıkta. Dünyada bir o kaldı, bir de verdiği sözün, gözünü yaşartan erdemi… Sonra “erdem” dedi, “erdem; toplumun bütün pisliğine rağmen, toplumun insanı dışlamasına rağmen, tinsel bunalımın bütün yapıyı bozmasına rağmen insana bir şeyler verme çabasıdır. İnsanı insanlaştıran şeydir erdem.”
Tarihe “aklanmış ihanet”in en iyi örneği olarak geçen, bir dost vasiyetinin geleneksel baskısını yenerek verdiği sözü tutmayan Max Brod, orijinalleri üst üste bastırdı. Eğer Kafka’nın dostu bunu yapmasaydı; 1927’de yayınlanan “Felice’ye Mektuplar”, “Dava”, 1926’da “Şato”, “Çin Seddi”, “Açlık Şampiyonu”, “Milena’ya Mektuplar” bu gün durdukları, edebiyat dolabının üst raflarında olmayacaklardı. Ve biz, başımızın belası, “Kafkaesk” denen, tinsel bunalımın genel imgesi, modernizmin armağanı olan yabancılaşma olgusunun en güzel örneklerini okuyup, bizi yutmaya çalışan kapitalist ilişkilerde daha savunmasız olacaktık.
Max Brod. İçin rahat olsun. Kafka bile bu yaptığının, olası en iyi dostluklardan biri olduğunu düşünürdü…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder